21 Ekim 2007
Neden Yazıyorum?
1 Ekim 2007
Söz Uçar, Yazı Kalır!
SÖZÜN BAŞI
"Söz eyleme ışık tutar, onu aydınlatır,
olaya yansıtır onu."
Octavio Paz
"ister görülen şeyi ara, ister duyulan şeyi. Diler duyulanı iste, diler akıl edileni.
İster dokunulanı tut, ister vehme geleni*. İster duyulana yapış, ister bilinene.
Düşüncene, yahut hayaline gelen; sence mümkün, yahut muhal olan şey,
Söz düşmedikçe hep mahduttur*. Levh-i mahfuz* bile sözle kaplanmış, sözle anlatılmıştır.
İster var olsun, ister yok; her şey sözün avucunda muma döner(*)
Attar böyle diyor.
Bu'sözlerin ardına takılıp gideli çok oluyor. Zühre yıldızının ışıltısına kapılmışcasına kanatlanmıştım.
Günlük konuşma diliyle hayatı kavrayışın sınırlarını sözün büyülü dünyasına girince aşmaya başlamıştım. Sözün çekim odağında yaşanılanların ötesinde bir evren vardı. Çocukluğumun adas\ olan kentin dışında başka kentlerin, ülkelerin olduğunu; yüzyıllar öncesinde yaşanılanların insanlığın tarihinde nasıl biçimlendiğini, sözün beşiğinin kurulduğu günlerde, anlarda öğreniyordum. Mutlaka bir anlatıcı vardı. Sözün gücü dinleyenleri kendi barınağına alıyor, pür dikkat kesilmelerine can çadırları kurduruyordu.
Sonra sonra, bu çocukluk evrenimde, söz adacıklarından seke seke yazı yarımadalarına ulaşacaktım. Emekleme döneminden geçerek, iyiden iyiye, yazıp okumayı sokmuştum. Kendimi gece okumalarında bulacaktım birden: Cenk kitapları, halk hikâyeleri, masallar derken; çoğul okuma/dinleme fasıllarından tekil okumaya yönelecektim. Bu kez sözle yazının buluştuğu bir başka düş evrenine girecektim.
Sözün önümde açtığı izlerden ulaştığım yer, yeryüzündeki varoluşumun bilincine de kapı aralayacaktı.
"Sözün avucunda" "muma dönenlerin neler olduğunu görecektim.
II. / Yazının yaşamımdaki yeri, anlamı sözünkinden sonra gelir ama; yazıyı bilmeden, onun hayatımızdaki yerini görüp, değerini yaşamadan sözün anlamını çözmek de pek kolay değildi. Sanırım bu hep böyle olagelmiş; sözün anlam kazanışı yazıyla, yazının bulunuşu da sözün bilinci kıvandıran itimiyle gerçekleşmiştir.
Yazının bundan beş bin yıl önce Sümer'de bulunuşu sözün değerini anlatır bize. Kil tabletler üzerindeki çivi yazısında sözlü kültürün bilincinin yansılarını buluruz: masallar, destanlar, ilâhiler, ağıtlar, atasözleri...
Ve şu sözler, Gılgamış'm öyküsüyle bize ulaştı:
O ki her şeyi gördü, tanıtmak isterim onu ülkede, o ki denizleri tanıdı, her şeyi bildi, inceledi hep birden gizledi; Gılgamış, o her şeyi bilen evrensel bilge gizli şeyleri gördü ve aktardı saklı olanı, Tufan'dan daha eski bilgiyi iletti bize; uzun bir yoldan dönüp, yorgun ve mutlu, görüp geçirdiklerinin öyküsünü bir taşa kazdı. (*)
III./
insanlığın belleği yazıyla başlar diyebiliriz. Kil tabletlerdeki çivi yazısı sözün ilk tutunaklarıdır adeta. Yani bir tesbit, bir belirlemedir. Sözü kalıcı kılandır. Sözün birikimiyle varolan yazı düşün dünyamızı da biçimler.
Söz izsiz, uzsuzdur. Sesler vardır, uçup kaçıcıdır. Sürekli bir sonsuzluğu simgeler. Yazı, kalıcıdır; bizi düşüncenin enginliklerine götürendir.
IV./
Çocukluğumda sözün, benim için, büyülü bir yanının olduğunu söylemiştim. O günlerde masal ve hikâye anlatıcılarını dinledikçe; sözlerin anlamı, anlatıcıların anlatım biçemi ilgimi çekiyordu. Uzun kış gecelerinde dizinin dibinden ayrılmadığımız Halamın, o günler bize çok doğal gibi görünen, eşsiz bir anlatıcı, söz ustası olduğunu nice sonra kavrayacaktım.
Onun anlattıklarını bir bir yazma düşüncemse, okuma-yazmayi sökmeye başladığım günlere rastlar. Ama, bunun, karşısında sürekli konuşan, bir şeyler anlatan birinin anlattıklarını yazabilmenin, hiçbir zaman mümkün olamayacağını düşünürdüm. Çünkü, Halam bir anlattığını ikinci bir kez aynı biçimde anlatmıyordu. Sözün beşiğini, anlatma/dinletme havasına göre, sallayıp duruyordu.
Biz o masallarda yaşayıp, o hikâyelerde büyüyor, seviniyor, gülüyor, ağlıyor, üzülüyorduk. Bazen soluğumuz kesiliyordu. Gözümüzden uyku da aksa; Şehrazat'ın yeni bir masalına kanat açmaya can atıyor, Köroğlu'nun Çamlıbel'deki yeni bir serüvenini can kulağıyla dinlemeye yatıyor, Karacaoğlan'ın zindandaki akıbetini merak ediyor, ya da yeni bir cenk hikâyesine başlamanın ürpertili sevincini yaşıyorduk. Sözün avucunda muma dönüyorduk. Düşümüz, düşlediğimiz sözle zenginleşiyordu.
V./
Yaşar Kemal'in İnce Memed'ıni okuduğum günlere denk gelen o yıllarda sözle anlatılanlarla yazıyla anlatılanların arasındaki ayrımı görmeye çalışıyordum.
Halamın anlattıklarını Yaşar Kemal'in anlattıklarına yakın bulsam da; yazıda beni kendime çeken, bağlayıcı kılan, aitlik/bağlılık duygusunu yaşatan bir yan vardı. Bunu görebiliyor, ama tanımlayamıyordum.
Yavaş yavaş kopuyordum kalabalıklardan. Bana ait olan sayfalarla başbaşa kalıyordum. Sözün bir anımı, yazının ise bütün dünyamı kuşatacağını görecektim:
"Toros dağlarının etekleri ta Akdenizden başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdeniz'in üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurovanın bükleri başlar. Örülmüşçesine sık çalılar, kamışlar, böğürtlenler, yaban asmaları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık!"*
Bu betimlemeleri döne döne okuyacaktım. Bu, beni başka okumalara, başka dünyalara çekecekti. Sözle gelen her şey anlıktı, uçup gidiyordu. Etkisi, zenginleştirici bir yanı vardı kuşkusuz. Ama yazı gibi değildi. Yazının kalıcılığını, aitliğini görünce yazıya bağlandım. Sözle açılan kapıdan girip yazıya ulaşmanın coşkusunu yaşayan milyarlarca yeryüzü insanından biriydim artık. Demek ki; yavaş yavaş bir kimliğim oluşuyordu benim de!
Zamanla, yazınla/resim sanatıyla ilişkim yoğunlaşarak sürünce, kendimi, artık yazıya ait biri olarak görmeye başlamıştım. O yazılı evrende uzanan her bir şey beni içine alıp zenginleştirici kılıyordu.
Sözle yazının bende buluştuğu noktada Yaşar Kemal'in anlatı dünyasını keşfetmem önemliydi benim için. Yıllarca bu izlekte yol aldım hep. Dünya yazınını, bizim yazınımızı bu tutkuların közlerinde yürüyerek okuyup tanımaya çalıştım…
Yine Attar'a dönmek, aradan çekilmek zamanıdır şimdi:
"Mademki asıl olan sözdür, şu halde söze başla.
Söz iste, söz sor, söz söyle!"
Bahariye, Temmuz 1986 Feridun Andaç
Söz Uçar, Yazı Kalır, Önsöz 1997
Notlar:
* vehm: şüphe, kuruntu* muhal: mümkün olmayan*mahdut: sınırlı, dar
*levh-i mahfuz: Tanrı takdirinin, olmuş ve olacak şeylerin bulunduğu levha *Feridüddin Attar, llâhiname,
Çev.: Abdülbaki Cölpınarlı, 1988, ss. 35-36 *Şiir Tapınağı, Çev.:Sait Maden, 1985, s.175 *Yaşar Kemal, İİnce Memed I, 1995,s.9