21 Ekim 2007

Neden Yazıyorum?

"...Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya -tıpkı bir rüyadaki gibi- bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum..."
 
Orhan Pamuk, Babamın Bavulu- 2006 Nobel Ödül Töreni konuşmasından.  

1 Ekim 2007

Söz Uçar, Yazı Kalır!

SÖZÜN BAŞI


"Söz eyleme ışık tutar, onu aydınlatır,
olaya yansıtır onu."
Octavio Paz

"ister görülen şeyi ara, ister duyulan şeyi. Diler duyulanı iste, diler akıl edileni.
İster dokunulanı tut, ister vehme geleni*. İster duyulana yapış, ister bilinene.
Düşüncene, yahut hayaline gelen; sence mümkün, yahut mu­hal olan şey,
Söz düşmedikçe hep mahduttur*. Levh-i mahfuz* bile sözle kaplanmış, sözle anlatılmıştır.
İster var olsun, ister yok; her şey sözün avucunda muma döner(*)



Attar böyle diyor.
Bu'sözlerin ardına takılıp gideli çok oluyor. Zühre yıldızının ışıltısına kapılmışcasına kanatlanmıştım.
Günlük konuşma diliyle hayatı kavrayışın sınırlarını sözün bü­yülü dünyasına girince aşmaya başlamıştım. Sözün çekim odağın­da yaşanılanların ötesinde bir evren vardı. Çocukluğumun adas\ olan kentin dışında başka kentlerin, ülkelerin olduğunu; yüzyıllar öncesinde yaşanılanların insanlığın tarihinde nasıl biçimlendiğini, sözün beşiğinin kurulduğu günlerde, anlarda öğreniyordum. Mut­laka bir anlatıcı vardı. Sözün gücü dinleyenleri kendi barınağına alıyor, pür dikkat kesilmelerine can çadırları kurduruyordu.
Sonra sonra, bu çocukluk evrenimde, söz adacıklarından seke seke yazı yarımadalarına ulaşacaktım. Emekleme döneminden ge­çerek, iyiden iyiye, yazıp okumayı sokmuştum. Kendimi gece oku­malarında bulacaktım birden: Cenk kitapları, halk hikâyeleri, ma­sallar derken; çoğul okuma/dinleme fasıllarından tekil okumaya yönelecektim. Bu kez sözle yazının buluştuğu bir başka düş evre­nine girecektim.
Sözün önümde açtığı izlerden ulaştığım yer, yeryüzündeki va­roluşumun bilincine de kapı aralayacaktı.
"Sözün avucunda" "muma dönenlerin neler olduğunu göre­cektim.


II. / Yazının yaşamımdaki yeri, anlamı sözünkinden sonra gelir ama; yazıyı bilmeden, onun hayatımızdaki yerini görüp, değerini yaşamadan sözün anlamını çözmek de pek kolay değildi. Sanırım bu hep böyle olagelmiş; sözün anlam kazanışı yazıyla, yazının bu­lunuşu da sözün bilinci kıvandıran itimiyle gerçekleşmiştir.
Yazının bundan beş bin yıl önce Sümer'de bulunuşu sözün de­ğerini anlatır bize. Kil tabletler üzerindeki çivi yazısında sözlü kül­türün bilincinin yansılarını buluruz: masallar, destanlar, ilâhiler, ağıtlar, atasözleri...
Ve şu sözler, Gılgamış'm öyküsüyle bize ulaştı:
O ki her şeyi gördü, tanıtmak isterim onu ülkede, o ki denizleri tanıdı, her şeyi bildi, inceledi hep birden gizledi; Gılgamış, o her şeyi bilen evrensel bilge gizli şeyleri gördü ve aktardı saklı olanı, Tufan'dan daha eski bilgiyi iletti bize; uzun bir yoldan dönüp, yorgun ve mutlu, görüp geçirdiklerinin öyküsünü bir taşa kazdı. (*)


III./
insanlığın belleği yazıyla başlar diyebiliriz. Kil tabletlerdeki çi­vi yazısı sözün ilk tutunaklarıdır adeta. Yani bir tesbit, bir belirle­medir. Sözü kalıcı kılandır. Sözün birikimiyle varolan yazı düşün dünyamızı da biçimler.
Söz izsiz, uzsuzdur. Sesler vardır, uçup kaçıcıdır. Sürekli bir sonsuzluğu simgeler. Yazı, kalıcıdır; bizi düşüncenin enginlikleri­ne götürendir.


IV./
Çocukluğumda sözün, benim için, büyülü bir yanının olduğu­nu söylemiştim. O günlerde masal ve hikâye anlatıcılarını dinle­dikçe; sözlerin anlamı, anlatıcıların anlatım biçemi ilgimi çekiyor­du. Uzun kış gecelerinde dizinin dibinden ayrılmadığımız Hala­mın, o günler bize çok doğal gibi görünen, eşsiz bir anlatıcı, söz ustası olduğunu nice sonra kavrayacaktım.
Onun anlattıklarını bir bir yazma düşüncemse, okuma-yazmayi sökmeye başladığım günlere rastlar. Ama, bunun, karşısında sü­rekli konuşan, bir şeyler anlatan birinin anlattıklarını yazabilme­nin, hiçbir zaman mümkün olamayacağını düşünürdüm. Çünkü, Halam bir anlattığını ikinci bir kez aynı biçimde anlatmıyordu. Sözün beşiğini, anlatma/dinletme havasına göre, sallayıp duruyor­du.
Biz o masallarda yaşayıp, o hikâyelerde büyüyor, seviniyor, gülüyor, ağlıyor, üzülüyorduk. Bazen soluğumuz kesiliyordu. Gö­zümüzden uyku da aksa; Şehrazat'ın yeni bir masalına kanat aç­maya can atıyor, Köroğlu'nun Çamlıbel'deki yeni bir serüvenini can kulağıyla dinlemeye yatıyor, Karacaoğlan'ın zindandaki akı­betini merak ediyor, ya da yeni bir cenk hikâyesine başlamanın ürpertili sevincini yaşıyorduk. Sözün avucunda muma dönüyorduk. Düşümüz, düşlediğimiz sözle zenginleşiyordu.


V./
Yaşar Kemal'in İnce Memed'ıni okuduğum günlere denk gelen o yıllarda sözle anlatılanlarla yazıyla anlatılanların arasındaki ay­rımı görmeye çalışıyordum.
Halamın anlattıklarını Yaşar Kemal'in anlattıklarına yakın bul­sam da; yazıda beni kendime çeken, bağlayıcı kılan, aitlik/bağlılık duygusunu yaşatan bir yan vardı. Bunu görebiliyor, ama tanımlayamıyordum.
Yavaş yavaş kopuyordum kalabalıklardan. Bana ait olan say­falarla başbaşa kalıyordum. Sözün bir anımı, yazının ise bütün dünyamı kuşatacağını görecektim:
"Toros dağlarının etekleri ta Akdenizden başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Ak­deniz'in üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurovanın bükleri baş­lar. Örülmüşçesine sık çalılar, kamışlar, böğürtlenler, yaban as­maları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık!"*
Bu betimlemeleri döne döne okuyacaktım. Bu, beni başka oku­malara, başka dünyalara çekecekti. Sözle gelen her şey anlıktı, uçup gidiyordu. Etkisi, zenginleştirici bir yanı vardı kuşkusuz. Ama yazı gibi değildi. Yazının kalıcılığını, aitliğini görünce yazıya bağ­landım. Sözle açılan kapıdan girip yazıya ulaşmanın coşkusunu yaşayan milyarlarca yeryüzü insanından biriydim artık. Demek ki; yavaş yavaş bir kimliğim oluşuyordu benim de!
Zamanla, yazınla/resim sanatıyla ilişkim yoğunlaşarak sürünce, kendimi, artık yazıya ait biri olarak görmeye başlamıştım. O yazılı evrende uzanan her bir şey beni içine alıp zenginleştirici kılıyor­du.
Sözle yazının bende buluştuğu noktada Yaşar Kemal'in anlatı dünyasını keşfetmem önemliydi benim için. Yıllarca bu izlekte yol aldım hep. Dünya yazınını, bizim yazınımızı bu tutkuların köz­lerinde yürüyerek okuyup tanımaya çalıştım…

Yine Attar'a dönmek, aradan çekilmek zamanıdır şimdi:
"Mademki asıl olan sözdür, şu halde söze başla.
Söz iste, söz sor, söz söyle!"


Bahariye, Temmuz 1986 Feridun Andaç
Söz Uçar, Yazı Kalır, Önsöz 1997

Notlar:

* vehm: şüphe, kuruntu* muhal: mümkün olmayan
*mahdut: sınırlı, dar

*levh-i mahfuz: Tanrı takdirinin, olmuş ve olacak şeylerin bulunduğu levha *Feridüddin Attar, llâhiname,

Çev.: Abdülbaki Cölpınarlı, 1988, ss. 35-36 *Şiir Tapınağı, Çev.:Sait Maden, 1985, s.175 *Yaşar Kemal, İİnce Memed I, 1995,s.9