27 Şubat 2008

Başımıza Sarılan Bela..

Şubat 2008 itibariyle Türkiye coğrafyasının en önemli, baş meselesi...



"Yazmak, tarihe not düşmektir", der edebiyatçılar. Yazmak tarihe iz bırakır; çoğu zamanda vakti zamanında yazılanlar yıllar sonra tarihin bi-zati kendisi olur, çıka gelir. Buaralar da gümbür gümbür bir Türkiye tarihi yazılıyor farkında olarak ya da olmayarak. Türkiye geleceğin tarih kitaplarına geçecek üç cümlelik, bilemediniz bir paragraflık şanlı tarihinde olası bir iç savaşın ön provasını yapıyor. "Türkler büyük millettir! Ne demek bir paragraf!" sernezinişinde bulunmayın hemen. Koskoca Atilla'lar, Mete Han'lar (hani Orta Asya'dan yaldır yaldır gelenler..) ancak bir kaç sayfa yer bulabildiler kitaplarımızda şanlı imparatorluklarıyla..



Her ne ise, kendi konumuza dönelim. Efendim Türkiye'nin tarih yazdıracak en önemli sorunu aşağıdaki fotoğrafta gördüğümüz genç kızdır:


18 yaşından büyük olarak, istediği her yere kendi kendine gitme ve girme hakkı olan bu genç kızımızın ismi : Şule Gökçek . Ama nedense 26 Şubat 2008 tarihi itibariyle babasının escort'luğunda okuduğu üniversitenin kapısına dayanma gereği duymuş. Muhtemelen sabah evden çıkmadan evvel, saç tellerine sıkı sıkaya bağlı olan namusunun bekçisi babasının verdiği "Kimse önümüzde duramaz!" gazı ile bağlamış türbanını. Üniversiteye de, muhtemelen oy verdiği ama şuan kendisi de dahil tüm halkı ekonomik bir krize çaktırmadan sokan iktidarının ve onların milli(!) yardakçılarının "millet istedi, yaptık!" kanununa dayanarak girmek istemiş. Giremeyeceğini bile bile de, kendisi için her türlü kararı vermeye muktedir olan erkek iktidarının mikro boyuttaki kapışmasını seyretmiş oturduğu araba koltuğundan. Olayın ajanslardan geçen metnini, çarpıtılarak verilen haber hallerini ve klavye delikanlısı(?) halkımızın yorumlarını, aşağıdaki farklı sitelerden, "seç, beğen, al" üslubu ile okuyabilirsiniz.

Radikal

Star

Haber vitrini

Haber vakti

Şimdi öncellikle Limonluk olarak en samimi hislerimizle şunu belirtmek isteriz ki, bu kızcağıza ve onun düştüğü, şu kafası karmakaraşık duruma yazık. Hangi oyunlara alet olduğunu bilmeden maskara gibi tüm ajanslara şu fotoğrafının düşmesine ayıp. Onun anlayamadığı yasağın, ya da bazılarının deyişi ile yasakçı tutumun esas nedenini anlatmayanlara, anlatamayanlara da yazık.

Başı bağlı diye hiç kimse eğitim, sağlık, hukuk gibi sosyal haklardan asla mahrum bırakılmamalı ki, örneğin hiç bir devlet hastanesinde, ssk kurumunda çarşaflı kadınların bile size sağlık hizmeti vermiyoruz diye geri gönderildiği duyulmuş, işitilmiş bir olay değildir. Ya da mahkemede görülen bir davada türbanlı, başı bağlı hiç kimseye "türbanını çıkar da gel" denmemiştir. O zaman neden başı türbanlı bir öğrenci ile başı açık bir öğrencinin yanyana okuması bu denli bir kaosa dönüşmüştür? "Laiklik!" diye bağranlar esas dertlerini bir türlü dile getiremediklerinden ve bunu fırsat bilen din tacirlerinin başarılı manveralarından dolayı, üniversitelerde bu kutuplaşmanın önü uçurum misali açılmıştır.

Efendim hastaneye, adliyeye gider bir kamu hizmetinden yararlanırsınız. Tıpkı üniversite, dahil tüm eğitim kurumlarında olduğu gibi. Fakat üniversitenin bir farkı orda siz ne okursanız okuyun, yaptığınız bir tartışmayla, yazdığınız tek bir ödevle, bir tezle dahi bilim üretme sürecine katkıda bulunursunuz. Yani yarın öbür gün, başka insanlara verilecek kamu hizmetinin taşlarını bir bir siz örersiniz. Üniversitenin kurumsal varlığının doğasında bu vardır. Kapağı atıp, köşeyi dönmek değil.

Şimdi türbanın üniversiteye girmesine karşı olanların ürktüğü düşünce şudur: "bu kafa yapısındaki insanlar, dini bir durum üniversitede ve bilim üretme sürecinde var olursa, yani kapı bir kez aralanırsa, bununla kalmayacaktır, isteklerin arkası mutlaka gelecektir. Dini oluşumlarla üniversitelerde tarafsız, nesnel tartışma ve bilim üretilemesi mümkün olamaz." Örneğin, üniversite de dahil herhangi bir eğitim-öğretim kurumunda "Ezan saatlerine göre dersler düzenlensin" diyemezsiniz. "İçerde mescit olsun, dersten çıkıp, namaz kılalım" diyemezsiniz. "Ramazan da kantin, yemekhane kapansın! İftar saatinde ders olmasın" hiç diyemezsiniz. İşte bu olası, ve hali hazırda olan talepler, din düzenine göre bir kamu kurumunun işleyişini düzenlemek demektir, ve evet Laiklik ilkesiyle tamamen zıttır. Öte yandan ibadetin İslamın gündelik hayatının çok içinde olduğunu söyleyerek, dini inancı suçlamak da ayrı bir kutuplaşma sebebidir, ve dindar insanları hiddetlendirecek oldukça yanlış bir yöntemdir.

"Dini kapıda bırak, öyle gel." demek sadece 'türbanını çıkart' demek değildir, ki bu görünüş konusunda erkek öğrencilere hiç bir ayrımcılık uygulanmadığı defalarca belirtilmektedir. Bilimsel üretim süreci dini kıstaslarla yapılamaz. O zaman ortaya çıkan tek şey satın aldığınız teknolojiyi İslama uyarlayıp her teknolojinin "İslami" versiyonunu piyasaya sürmek olacaktır ki İran'da üretilecek İslami otomobiller bunun iyi bir örneğidir.

Unutulmaması gerekir ki dinin alet edildiği siyaset de bir bilimdir; aksi takdir de siyaset bilimi diye bir bölüm konmazdı üniversite programlarına.

Oldukça kişisel not: Bu yazının yazarı olarak bilinmesini isterim ki, ramazanda oruç tuttuğum bir öğretim yılında ezan saat 5'te okunuyordu ve ben o gün saat 6'da bitecek olan bir dersteydim. Ön sırada da benden daha da dindar olan, ve derste anlatılan konuyu daha önceden de bilen, bir erkek arkadaşım oturmaktaydı. Ezan sınıfa duyulmazdı, ama saati geldiğinde iki bisküviyle orucunu açtı; ikimiz de yemek yemek için dersin bitişini bekledik. Ve benim bilmediğim başka kaç insan niyetliydi o gün Allah bilir. Ben o akşam saat 7'ye gelirken bozdum orucumu. Dersi anlamaktan da geri kalmadım, 2 saat daha bir şey yemediğim için incilerim dökülmedi, zafiyet geçirmedim; iftar saatine ders koyanlara da küfretmedim. Zira o ders programı 3-3,5 aylık düzenlenir ve sadece 4 gün, o ders ile iftar saati çakışır. Devlet ibadet edebilme özgürlüğünü güvence altına alırken, dini vecibeni yerine getirmen için tüm sistemlerini sana uyarlamak zorunda değildir; olmamalıdır.

İbadet bireyseldir, devlet yönetimi biçimi değildir. Devlet yönetimine dönüştürmeye çalıştığınızda işte bu siyasi bir emeldir; kullandığınız her şey de siyasi simgedir. Cafcaflı bir türbanı sımsıkı sarıp, ten rengi çorapla, dizin iki parmak altında etek giyip, kırıta kırıta alışveriş mekanlarında yürümek savunulan dini vecibenin hiç bir yerine oturmamaktadır. Bu milletin atasözleri çok sevelesidir: "Bizim gelin bizden kaçar, başını örter kıçını açar." diye hangi öngörülü atamız demişse çok iyi etmiştir. İşte laik olmakla suçlanan(!) insanlar türbanın dini vecibe derken bu şekilde kullanılmasına tilt(!) olmakta, bu savunma ile de siyasi simgeye dönüştürülüp, çağdışı yönetim mekanizmalarının önünü açılmasından endişe etmektedirler. Ve endişelerin de haksız da değildirler.

Umarım, anlatmak istediğimi, biraz dallı budaklı ve iç içe geçmiş örneklerle olsa da anlatabilmişimdir.

Hiç yorum yok: