29 Mayıs 2007

Sözde Değil Özde Eğitim İstiyoruz!

Pek saygı değer LimonlukNet okuyucuları, ntvmsnbc.com haber portalında 27 Mayıs 2007 tarihli “Tartışmalı Öğrenci Meclisi toplandı” başlıklı haber dikkatimi fena halde celbetti. Haber metnini aynen aşağıya alıyorum:“Geçmiş yıllarda, imam hatipli öğrencilerin başkanlık etmesi nedeniyle, tartışmalara neden olan Türkiye Öğrenci Meclisi, 4’üncü kez toplandı.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine denk geldiği için 23 Nisan Milli Egemenlik Haftası’ndan bugüne ertelenen toplantıya,, 81 ilden seçilen öğrenciler katıldı. Öğrenci Meclisi’nin geçici başkanlık divanında, yaşça en büyük temsilci olan imam hatip öğrencisi yer almadı. Milli Eğitim Bakanı Çelik, toplantıda yaptığı konuşmada, demokrasiye ve cumhuriyetin temel ilkelerine, en ufak bir leke getirmeden, cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma arzusunda olduklarını söyledi.. Yeni neslin eğitimli olmasına büyük önem verdiklerini söyleyen Çelik, “O zaman Türkiye sözde değil özde, 21’inci yüzyılın parlayan yıldızı olacaktır” dedi.” Bu kadar. Yani, sorunlarımız, 21. yüzyılın parlak Türk gençliğinin sorunları bu kadarmış. Aman ne güzel!

Ben bu öğrenci meclisinin “sözde değil özde” işlevini çok merak ediyorum doğrusu. Şimdi bir temsilci söz alıp, görüşünü dile getirse ve dese ki “Burada, ben dahil olmak üzere 81 arkadaşımız bu ÖSS sisteminin sağlıksız, gençleri körelten, psikolojilerini alt üst eden ve artık miadını çoktan doldurmuş bir yapı olduğunu düşünüyoruz. Elini yüzünü ters yüz ederek tekrar tekrar ısıtıp önümüze getireceğine, iktidarlar bu soruna gelişmiş modelleri örnek alan kökten çözümler getirmeliler." Bravo. Nefis bir konuşma! Sanki kendim yapmışım gibi beğendim.Nedir çözüm? Daha çok (17) üniversite açarsın, ama açmakla kalmaz bu yeni ve varolan eski üniversitelerin kadrolarını geliştirmek, hepsini aynı kalite standardına çekmek için, bütçeden eğitime ayrılan payı 2 hatta 3 katın çıkartırsın. Gerçi Türkiye’de eğitime ayrılan pay 5 katına çıkartılırsa ancak ufak ufak düzelmeler görebiliriz sanırım. Çıkıyor mu eğitim bütçesi bu rakamlara? Hayır ve tekrar kocaman bir HAYIR.Üniversite var ama içinde kadro yok; dahası kadroyu doldurmaya gönüllü gençler var ama onlara tıpkı ÖSS’de sunulan kontenjanlar sunuluyor. En alt kademeden başlayacak olan araştırma görevlilerinin kadroları çok sınırlı. 2 kişilik kontenjana 30 aday başvuruyor. Öğrencin gönüllü öğretim elemanın olmaya, ama senin onu karşılayacak maddiyatın yok.
Bütün bunları farkında olan ama çözüm için elleri kolları maalesef bağlı olan gençleri bir araya toplayıp demokratik biçimde tartışmalarını görüş bildirmelerini sağlıyorsun!Gerçekten alkışlık…Ey Türk Gençliği! Oy vermeden evvel “Eğitime daha fazla pay ayıracağız” diyen hiçbir parti propagandasına kanmayın. Bütçe rakamlarını değil, somut projeleri sorun; parti programlarında eğitim başlığı altında ne gibi politikalar sunacaklar, buna bakın. Zaten politikası ciddi ve mantıklı olanlar o sözleri veriyorsa, bütçeden payı da ayırmak zorunda kalacaklardır.Damarlarınızdaki asil kanı, içi boşaltılmış kavramlarla* harekete geçirenlere inanmayın…

*içi boşlatılmış kavram derken, demokrasi ve milliyetçilik kast edilmiştir; herkes her şeyi farklı algılamaya çok müsait; şimdi biri kalkıp da “rejim aleyhtarı mısın ?” suçlamasından bulunmasın diye, maalesef belirtme ihtiyacı duyuyorum...

haber kaynağı: http://www.ntvmsnbc.com/news/409136.asp

26 Mayıs 2007

İnsanlığın Bilgi Hazinesi Dijital Ortama Aktarılıyor

Oxford Üniversitesi’nin Bodleian Kütüphanesi son zamanlarda hareketli günler yaşıyor. Zira seçilmiş görevliler her gün, basılı her kitabın her sayfasını, tek tek tarayarak elde edilen veriyi, arama motoru Google’ın Amerika’da bulunan merkez laboratuarına gönderiyor. Burada, gelen tüm veriler görselleştirilip, aramaya elverişli hale dönüştürülüyor.Kütüphanelerin dijital ortama aktarılması projesi Amerika’da ve Avrupa’daki üniversite kütüphanelerini kapsıyor. Kanun düzenlemelerinden dolayı, projenin İngiltere ayağı telif hakkının serbest olduğu kitaplarla sınırlı gibi görünse de, bilgiye erişmekte bir numara olmayı hedefleyen Google’ın amacı oldukça açık: “10 yıllık bir süreç içerisinde, şimdiye kadar basılmış bütün kitapların taranması.” Fakat, Google’ın bu ‘iyi niyetli’ tavrını hoş görmeyenler şimdilik çoğunlukta görünüyor.
Öncellikle, pazar paylarında endişe duyan Microsoft, Google’ın bu girişimini, oldukça şövalyevari bir tavır olarak yorumlanıyor. Şirketin danışmanlarından Thomas Rubin yayıncılık sektörüne dair yaptığı bir konuşmada Google’ın yanlış bir yol izleyerek, telif haklarını ihlal ettiğini öne sürdü ve ekledi: “Kendi içeriklerini oluşturmadan, sadece diğer insanların birikimleri üstünden para kazanan şirketlerin, reklam geliri milyarlar seviyesine ulaşmakta.” Yapılan çeşitli tahminlere göre yeryüzündeki bilginin sadece %15’i şuan internet ortamında bulunuyor; geriye kalan %85’lik oransa halen basılı kaynaklarda. Bu kadar büyük bir yüzde elbette dünyanın bilgi birikimini endeksleme yarışındaki şirketlerin (bu gruba Amazon da dahil) iştahını kabartıyor, ki Google’ın yürüttüğü projenin bir benzerini Microsoft da British Library ile, telif hakkı koruma süresi bitmiş kitaplara odaklanarak, hayata geçirme aşamasında. Yani Rubins de yayıncılık sektörüne kendi firmasıyla ortaklık öneriyor. Görünen o ki dünyanın bilgisini kontrol etme savaşlarında önümüzde yeni bir çağ açılacak gibi duruyor.
Madalyonun öteki yüzünden bakacak olursak, http://books.google.com adresinde, telif hakkı kapsamında olsun olmasın, binlerce çalışmanın taranmış örnek sayfalarını sunan Google, “bilgi özgür olmalıdır” ilerici görüşünü temel alsa da, öte yandan telif hakkını sonuna kadar savunan bir çok yazarı da kızdırıyor. Yazarlar Birliği’nin eski başkanlarından, tarihçi Antony Beevor telif hakkını “bir yazarın tutunacak tek dalı” olarak tanımlayarak, “Bir kez telif hakkından vazgeçtiler mi, bir daha onu asla geri alamayacaklar” sözleriyle de endişelerini dile getiriyor. Bir yandan belirli ve sınırlı içeriğin yayınına izin veren Birleşik Devletler kanunları, ve kısmi de olsa dijital içeriğin daima daha cazip ve daha ulaşılabilir olduğunu savunan Google; karşı tarafta, telif hakkının hiçe sayıldığını öne süren ve bir kez, tam bir elektronik kopya oluşturulduktan sonra gerisinin durdurulamayacağından endişe eden yazar örgütleri. Zira haksız da sayılmazlar. Örneğin, Amazon’da bir şiir kitabının içeriğine örnek sayfalar üstünden göz atmak istediğinizde o şairin bir tam şiiri, hiçbir telif hakkı olmaksızın, tanıtma adı altında karşınıza çıkabiliyor. Birliği kızdıran bir diğer detay da, kitap aramaları sonucunda yan sütunlarda çıkan reklamlar ve arama motorlarının bu reklamlar üzerinden elde ettiği gelir.

Sonuçta, tüm tepkilere rağmen Google basılı dünyayı, dijitale aktarmaya kesin kararlı gibi görünüyor. Farklı ülkelerde karşısına çıkabilecek yasal engellere karşı da, işi kitabına uydurabileceğinden şüphe yok. Sınırların kalktığı bir ortamda bölgesel tartışmaların etkili olmayacağını savunan eski Nasa yetkilileri, şimdiki Google danışmanları, evrensel bir dijital kütüphanenin çok uzak olmadığını, çok yakın bir zamanda, her hangi bir yerden dünyadaki tüm bilgilere ulaşılabileceğini ümit ediyorlar.

Dünya KitaplığıBasılı kaynakların %85’i internette henüz sunulmadıysa, nerde?
Washington DC’deki Library of Congress (Kongre Kütüphanesi) 29 milyonu kitap olmak üzere 130 milyon materyal ile dünyanın en büyük kütüphanesi konumunda.
Onu 13 milyon kataloglanmış kitabıyla British Library takip etmekte. 2006 Mayısında, New York Times Sümerlerin kil tabletlerinden bugüne kadar en az 32 milyon kitabın basılmış olduğunu tahmin edildiğini açıkladı.

Tahminlere göre şimdiye kadar basılan bütün kitapların % 95’i artık basılmıyor.2003 Kasımında 100 milyonuncu kopyası satılan Guinness Rekorlar Kitabı ise dünyanın en çok satan telif hakkına sahip kitabı. (İncil ve Kur’an haricinde).
The Guardian Mart-2007

12 Mayıs 2007

Foucault Söyleşisi


FOUCAULT'DA ETİK VE JENEOLOJİ KAVRAMLARI

Etik’le ilgili olarak genellikle, Foucault’nun 80'li yıllardan itibaren üzerinde çalışmaya başladığı bir alan olduğu söylenir. Ve bunun Foucault’nun düşüncesinde bir değişime tekabül ettiği söylenir. O da Foucault'nun tekrar özne kavramına geri dönüşüdür. Ben buna çok fazla katılmıyorum. Çünkü Foucault’nun düşüncesinde, özellikle birinci dönem veya arkeolojik dönemin ve ikinci dönemin soy kütüksel, soy bilimsel ve jeneolojik; ve üçüncü dönemin etik diye çok katı bir ayrım yapılamayacağını ve aslında şu veya bu şekilde Foucault’nun eserlerinin toplu halde yayımlanabileceğini ve bunun arkasında etik bir motivasyon veya etik bir kaygı olabileceğini düşünüyorum. Kendi yorumum da böyle zaten. Ben isterseniz niçin Foucault’nun eserleri toplu halde yorumlanabilinir; ne yapılmaya çalışıldı onu söyleyebilirim.Etik kavramından Foucault’nun anladığı spesifik bir şey. Etik derken Foucault, insanın kendi kendisiyle kurduğu ilişkiyi kastediyor. Zaten 'Etik' kavramı Yunanca'daki Ethos'tan geliyor. Ethos'un da iki farklı yazılış biçimine tekabül eden iki farklı anlamı var. Ethos tam anlamıyla karakter demektir. Bir anlamı da töre diyebileceğimiz, toplumun sahip olduğu, toplum tarafından bilinçli veya bilinç dışı dayatılan normatif bir sistem. Örneğin Aristotales'in Nıkomakhos’a Etiğini okuduğunuz zaman orada erdemi tartışırken bir ayrım yaptığını görürsünüz. İki türlü erdemden bahseder. Bu genellikle yanlış olarak batı dillerine ahlaki erdemlerle entelektüel erdemler olarak çevrilir ama aslında ahlaki erdemler diye adlandırılan erdemlerin esas orijinal Yunancası karakter erdemleri. Antik Yunan'da özellikle Aristotales tarafından insan karakterini oluşturan bir takım temayüllerden ibaret doğuştan kapasite olarak sahip olduğumuz, sonra belli bir şekilde fiili hale getirdiğimiz bir takım kapasiteler. Dolayısıyla etik kavramını Foucault da Antik Yunan'a gönderme yaparak kullanıyor. Antik Yunan'da özellikle Hellenistik dönemde almış olduğu daha spesifik bir biçimi. O da insanın kendi kendisiyle kurduğu ilişki. Karakter’i şunun için söz konusu ettim: çünkü kendi kendisiyle kurduğu ilişki derken orada bir kendilik kavramı var.

Peki insanın kendi kendisiyle kurduğu ilişki Foucault açısından niçin bu kadar önemli? Çünkü Foucault insanın kendisiyle kurduğu ilişkiyi bir kavramsallaştırma olarak adlandırıyor. Yani kendimizle kurduğumuz ilişki derken bizim kendi davranış biçimlerimizde kendimizle kurduğumuz bir bilinç ilişkisi söz konusu. Ve bu bilinç ilişkisi kendi davranışlarımızı şu veya bu şekilde kavramsallaştırmamız anlamına geliyor. Bu kavramsallaştırma aslında her zaman çok belirgin olmasa bile normatif içeriği olan bir kavramsallaştırmadır. Yani farkında olsak da olmasak da davranış biçimlerimizi sadece bilimsel anlamda kavramsallaştırdığımızı düşündüğümüzde bile farkında olmadan bu kavramsallaştırmaya normatif bir şeyler ekliyoruz. Normatif olarak, arzu edilebilir olmayan davranış biçimleri olarak adlandırılan davranış biçimleri, insanların kaçınması gereken davranış biçimleri olarak ortaya çıkıyor. Yani insanın kendi davranışlarını kendi rızasıyla gönüllü olarak sınırlandırma getirmesi. Ama bunun olabilmesi için o davranış biçimlerinin bir şekilde kavramsallaştırılması, insanın o davranış biçimleriyle belli bir kavramsal sistem üzerinden bilinç ilişkisi kurması lazım. İlginç bir şekilde Foucault 1980'den itibaren, demin etik olarak sözünü ettiğim bu bilinç ilişkisini öznellik olarak adlandırıyor. Zaten modern felsefe geleneğinde öznellik dendiğinde genellikle anlaşılan şey insanın kendi kendisiyle kurduğu bilinç ilişkisidir. Dolayısıyla Foucault’nun etik üzerine söylediklerini, öznellik kavramı üzerine söyledikleriyle ilişkilendirmek, aynı çerçevede düşünmek lazım. Tam da bu yüzden yine aynı yıllarda, 80'lerde yani, Foucault etikle ilgili bir takım önemli şeyler söylemeye başladığında kendi bütün yapıtlarını bir perspektif olarak toplu halde yayınlarken, esas konusunun, esas araştırma alanının her zaman ilk başından itibaren öznellik olduğunu altını çizerek söyler. Öznellik deyince ne anlaşılıyor? Biraz önce de söylediğim gibi, kendimizle kurduğumuz bilinç ilişkisi ve kendi çerçevemize giren bütün davranış biçimlerinin kavramsallaştırılması ve bu kavramsallaştırma sonucunda o davranış biçimlerinin öznel deneyim dediğimiz şeye dönüştürülmesi. Foucault açısından gerek özne gerekse öznel deneyim doğal şeyler değildirler. Bunlar bir takım söylentiler ve söylemsel olmayan pratiklerle kurulmuş olan bazı şeylerdir. Dolayısıyla da eylem ve bilgi olarak adlandırdığımız veya sınıflandırdığımız bu öznel deneyimleri, ancak söylemsel olan ve olmayan pratiklerin bir analizini yaparak anlamak mümkün Foucault’ya göre. Foucault’ya göre özne veya öznel dediğimiz kategori, doğal şeyler değil kurulmuş şeylerdir. Tarihsel olarak kurulmuş şeyler onların dolayısıyla kurulmasında belirleyici olan pratiklerin yani söylemlerin ve o söylemleri mümkün kılan bir takım kurumsal alanlarının bir analizini yapmak lazımdır. Şimdi eğer böyle bakarsanız o zaman zaten doğrudan doğruya Foucault’nun etik olduğu iddia edilen dönemden önceki iki farklı döneminin, bu döneme girdiğini görürsünüz. Bunlardan biri arkeoloji, diğeri soy bilim veya jeneoloji. Çünkü Arkeoloji Foucault'nun yaptığı bir söylem analizidir. Daha doğrusu bir yöntem olarak arkeoloji bu söylem analizi dediğimiz şeyin gerekli kuralları koşulları bize Foucault'nun anlattığı bir şeydir; veya Foucault'ya göre söylemlerin analizini yaparken kullanılması gereken bir yöntemdir. Bir de ikinci bir aşaması var bunun; o da jeneoloji.
Foucault'nun kurumlar ve bu kurumlarda geçerli olan iktidar ilişkilerinin analizini yaptığı alan.
Nietzsche'nin jeneoloji anlayışıyla Foucault'nun jeneoloji anlayışı arasında çok yakın bir bağlantı var. Foucault jeneoloji kavramını aslında Nietzsche'den değil Döleuse’nun Nietzsche okuması üzerinden alıyor. Bu da doğaldır. Çünkü altmışlı yıllarda Nietzsche merakı artıyor Paris'te. Döleuse'ten bir kuşak önce bir takım edebiyat eleştirmenleri, sosyologlar, düşünürler Nietzsche üzerine yazmaya başlıyorlar. O dönemde ortaya çıkmış önemli Nietzsche yorumları vardır. Bunları takiben Döleuse’ın de yazdığı ‘Nietzsche ve Felsefe’ adında bir kitabı vardır. Oradaki Nietzsche yorumundan çok etkilendi Foucault. Ama kendisinin de ‘Nietzsche Tarih ve Jeneoloji’ diye iyi bir makalesi vardır. Tam anlamıyla aynı şeyi kastediyorlar.Foucault Nietzsche'yi biraz daha okuyarak Nietzsche'nin Jeneoloji kavramını kendi kafasında netleştirip uyguluyor jeneolojik döneminde. Ne anlaşılması lazım jeneolojiden? Jeneoloji kavramına soy bilim diyorum ben; soy kütük demiyorum. Çünkü logos'la bitiyor, loji'yle bitiyor. Dolayısıyla kütük yerine bilim demek daha önemli. Bir nedeni daha var soy kütük yerine soy bilim dememin: Soy kütük dediğimiz şeyi başka bir kavramla karıştırmak mümkün. O da secere. Secere kavramıyla soy bilim kavramını bir birinden ayırt etmek lazım. Çünkü ikisinin maksatları çok farklı birbirinden. Secere dendiği zaman bir insanın seceresinin çıkartılması anlaşılır. Bir şeyin seceresini çıkarmaya çalıştığınız zaman yapmaya çalıştığımız çok temel bir şey var. O da nedir? O seceresini çıkardığınız şeyin belirli bir değeri olduğunu göstermek ve bu değeri teyit etmek. Bunu da tarih içerisinde geriye doğru giderek yapıyorsunuz. O soyun ilk çıkış noktasına kadar geri götürerek yapıyorsunuz bunu. Ve bu ilk çıkış noktasındaki şahıs veya kavram onun çok değerli bir şey olduğunu ve bugün anlamını bulup çıkarmaya veya değerini belirlemeye çalıştığımız şeyin esas anlam değerinin en saf ve en bozulmamış en değerli haliyle o ilk çıkış noktasında var olduğunu iddia ediyorsunuz. Daha sonra o geliş ve tarihsel çizgi içerisinde bu anlamın bu değerin ne şekilde muhafaza edildiğini ama çok temelde o anlamı, o değeri muhafaza ettiğini düşünüyoruz. Şimdi Nietzsche 'nin yapmaya çalıştığı şey bunun tam tersi. Yani ahlakın jeneolojisi kitabında Nietzsche'nin hedefi, Hıristiyan ahlakıdır.
Esasında bunun da arkasında çok değerli tek bir çıkış noktası olmadığını, aslında Hıristiyan ahlakı dediğimiz ahlakın kökenlerinin çok farklı olan birden fazla gelişim çizgisinin tarihsel bir kesişme noktasında ortaya çıktığını gösterir. Mesela bunun bir örneği rahipler kastıdır. Bir örneği de şudur: arkaik çağlarda yapılan ticari bir takım alışverişlerde borçlu alacaklı ilişkisini anlatır ve bu borçlu alacaklı ilişkisi sonucunda bunun bir çıkış noktasını, başka bir çizgiyi oluşturduğunu söyler. Kölelerin efendileri mutsuz kılmak için ortaya attıkları bir irade kavramı olduğunu, bu kavramın da Hıristiyan ahlakının gelişiminde katkısı olduğunu ama bunların farklı farklı çıkış noktaları olan çizgiler olduğunu, bunların bir noktada birleşerek Hıristiyan ahlakı dediğimiz şeyi ortaya çıkarttığını iddia eder. Dolayısıyla Foucault da aynı şeyi söylüyor. Jeneoloji yaparken dikkat edilmesi gereken şey geçmişten bugüne doğru gelmek değil; ki bunu Nietzsche de Foucault da tekrar ediyor. Platonik bir tarih anlayışı diyorlar. Platoncu bir ontolojide dünyada bakıp da gördüğümüz bir nesnenin arkasında formlar olduğunu ve bu şeyin gerçek özünün, anlamının bu formda olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla bunun hakikatini bilebilmek onun gerisine gidip arkasındaki, en arkasındaki forma gidip ulaşmakla ilgili bir şey. Bu anlamda Platoncu bir refleksle hareket ettiğini düşünüyor Nietzsche geleneksel tarihin. Yani bugün değerini biçmeye, tahlil etmeye çalıştığımız şeyin anlamının değerini, manasının özünün ilk çıkış noktasında olduğunu düşünmek. Bunun tam tersini yapmak lazım Nietzsche'ye göre. Statükoya göre jeneoloji bugünden başlayıp geriye doğru gitmesi gereken bir yaklaşım, bir yöntem. Ve bunu yaparken de bugünkü mevcut durumu ortaya çıkaran o kesişme noktasından geriye doğru giden farklı çizgileri geriye doğru takip etmek tek tek. Bu çizgilerden hiç bir tanesinin nihai bir bitiş noktası yok. Bunlar geriye doğru daha da dallanarak giden çizgiler. Biz bir yerde durmak zorunda kalıyorsak, Foucault’ya göre bunun sebebi elimizde artık daha fazla tarihsel bilgi olmaması. Daha fazla geriye gidecek formasyon bulamadığımız için duruyoruz. Ama elimizde bilgi, doküman, belge olsaydı sonsuza kadar gitmek mümkün olabilecekti belki.


Foucault’nun yaptığı şey nedir jeneolojide? Modernitenin çok önemli bir parçasını oluşturan belki de modernite ve aydınlanma ruhunun da çok önemli bir parçasını oluşturan bir takım kurumların tarihini yapmak. Bu kurumların arasında Foucault’nun tarihini yaptığı birkaç tane önemli kurum var. Bir tanesi akıl hastanesi, bir tanesi hapishane, bir tanesi hastane, klinik. Kliniğin Doğuşu'nda Foucault da, bu kurumların bir jeneolojisini yaptığını ve aslında bu jeneolojiyi yaparken insan ruhunun bir modern ruh dediğimiz şeyin jeneolojisini yaptığını iddia ediyor. Ve eğer Hapisanenin Doğuşu'nu, Kliniğin Doğuşu'nu veya Akıl Hastanesinin Tarihini dikkatli okursanız, Foucault’nun hiç bir zaman tarihi düz bir çizgi üzerinden orijinal bir çıkış noktasına geri götürmediğini, onun hep böyle farklı farklı tarihsel ihtiyaçlar dolayısıyla ortaya çıkmış bir takım çizgilerin kesişme noktası sonucunda ortaya çıkmış bir kurum olarak tanımladığını görürsünüz.Foucault, Jeneoloji derken, Nietzsche 'den farklı olarak der ki: "Bakarken iki şeye bakmamız lazım. Bir, ortaya çıkış noktası dediğimiz şey; bir de ortaya çıktıktan sonra takip ettiği seyir. Ortaya çıkışlar genellikle bir güç çatışması yaratır. İktidarın içinde zaten güç var. İktidar dediğimiz şey Foucault’ya göre insanın sahip olduğu, istediği zaman kullandığı, istemediği zaman kullanmadığı, istediğinde bir tür toplumsal sözleşmeyle hükümdara devrettiği şey değilse böyle bir şey de olamaz. İktidar Foucault’ya göre ancak uygulandığında var olan bir şey. Ve uygulandığı zaman da ancak stratejik bir alanda uygulanabiliyor. Ve bu stratejik alanda var olan şey, farklı güçler arasında var olan bir tür gerilim ve çatışma ortamı; bu güçlerin karşılıklı olarak bir birlerini yönlendirmeye yapılandırmaya çalışmasıyla ilgili olan bir şey. Dolayısıyla bunu Nietzsche 'den aldığı da çok belli. Çünkü Nietzsche diyor ki çıkış noktaları genellikle farklı güçlerin bir birleriyle çatışması sonucu ortaya çıkan şeylerdir. Bir de ondan sonra onun izlediği bir seyir vardır. Ama ne kurumun ortaya çıkış noktası bu güçler çatışması dolayısıyla, ne de daha sonra izlediği seyir belirlenimci bir çerçevede anlaşılamaz. Deterministik bir yapı içerisinde anlaşılamaz. Nietzsche'nin dediği gibi tarihsel tesadüflerin, şansın rolü çok mühimdir. Belki şöyle bakmak mümkün olabilir tekrar Nietzsche'ye geri dönersek: Hıristiyan ahlakının tarifini yaparken Nietzsche diyor ki, Hıristiyanlığın kendisi aslında ikili bir yapıdan oluşur. Bir tanesi belirli bir yaşam biçimidir. O yaşam biçimi de Hıristiyanlığın kökenini oluşturan yaşam biçimi, İsa’nın yaşam biçimidir. İsa’nın yaşam biçimi nedir? Son derece pasifist, ahlaki bir içerik taşımayan yani insanları ahlaki olarak yargılamayan her hangi bir kilise yani hiyerarşik bir kurum iddiası taşımayan bir yaşam biçimi –dört İncil’de anlatıldığı kadarıyla en azından-. Ama Hıristiyanlık bundan ibaret değil. Bir de bu yaşam biçimine getirilen yorum var. Bu yorumu ilk getiren Azız Pavlus. İlk defa Pavlus değil tabii ki. Bu dört İncil’in arkasından kanalize edilmemiş İnciller, İsa’nın yaşam biçimine getirilmiş olan farklı farklı yorumlar var. Ama yorumlardan bir tanesi Pavlos'un yorumuyla beraber artık İsa’nın yaşamının yerini giderek kendisinin bir tür kendisiyle beraber normatif bir sistem getiren bir dine bırakmaya başlıyor. Ve diyor ki Nietzsche, ya da en azından Nietzsche 'yi böyle okumak mümkün, aslında Hıristiyanlığın ve Hıristiyan ahlakının tarihi, İsa’nın yaşamına getirilen bu farklı yorumlar arasındaki bir mücadelenin tarihidir. Bir yorum gelir bir diğer yorumu bastırır. Ama hiç bir zaman tam olarak bir önceki yorumu ortadan kaldırmaz. Ondan bir tortu bir çökelti sonraki yorumun içinde bir şekilde kalır. Dolayısıyla bu böyle tarihsel olarak katman katman giden bir şeydir. Ortaya böylece Hıristiyanlığın bir parçası olan yeni yeni bir takım anlayışlar çıkar. Buna artık ne ad vereceğiz bilmiyorum. İster Protestanlık-Katolik ayrımı, ister Ortodoks-Katolik ayrımı veya Katoliklik ve Protestanlığın içindeki farklılıklar diyelim. Ama dolayısıyla Foucault’nun jeneoloji anlamını Nietzche'ye geri getirdiğimizde kendimize alabileceğimiz örnek, Hıristiyanlığın geçirdiği evrelerdir. Bir takım güçler mesela verdiğimiz örnekte farklı farklı yorumlar farklı farklı iradeler tarafından getiriliyor. Bu iradelerin karşı karşıya kaldığı bir takım çatışma ortamları oluyor. İrade derken tek bir şahsın iradesini anlamamak lazım. Nietzsche 'ye göre birçok farklı isteği arzuyu irade olarak adlandırabiliriz. Hatta aynı iradenin içerisinde birbirinden çok farklı çelişen çatışan birçok arzu ve istek olabilir. Tek bir insanın iradesi olabildiği gibi toplumsal bir sınıfın, ailenin, bir devletin iradesi olabilir. Dolayısıyla farklı iradelerin yeni bir yaşam biçimini açıklamak üzere girdikleri çatışma sonucunda ortaya yeni bir takım yorumlar çıkıyor. Ve bu yorumlar sürekli bir evrim, değişim halinde. Bütün bu süreç içinde bu süreci belirleyen içkin bir mantık yok. En önemlisi de bu. Yani Nietzsche'nin jeneoloji anlayışının Hegel'in diyalektik anlayışına bu kadar taban tabana zıt olmasının sebebi ve Döleuse'in, Foucault'nun yani post-strüktualistlerin büyük Hegel düşmanı olmalarının nedeni tam da tarihsel gelişimi belirleyen içkin bir mantığın var olması ihtimali fikrini reddetmeleri. Dolayısıyla bu gelişim sürecinin içerisinde, örneğin söz konusu Hıristiyanlık olduğu zaman İsa’nın yaşamına yönelik hangi yorumun diğerlerine baskın çıkacağını önceden kestirmek mümkün değil. Bunlar çok farklı bir takım tarihsel koşullarda kimin daha çok iradesi varsa kim daha güçlüyse kim etrafında, bünyesinde daha fazla güç toplayabilmişse -bu da önceden belirlenmiş koşullarla olmuyor- onun iradesi ve dolayısıyla yorumu baskın çıkıyor. Foucault'nun jeneoloji anlayışı da buna yakın bir şey.Kant açısından saf aklin a-priori kavramlarının bize verdiği bilgi sentetik a-priori bilgidir. Dünya hakkında bilgimizi çoğaltır ama a-prioridir. A-priori olduğu için de zorunlu ve evrenseldir. Kant'a göre a-priori önermelerin iki temel önemli özelliği vardır: Zorunlu olmaları ve evrensel olmaları.
Kant evrenselliği zorunluluktan ayrı bir kategori olarak düşünüyor. Zorunluluk derken Kant’ın kastettiği, bundan başka türlü olamayacağı. Yani olumsallık mümkün değil. Evrensel olması bu kategorilerin herkes tarafından biliniyor olması ile ilgili bir şey. Bu yüzden Kant'ta bildiğiniz gibi bir “inşacılık” var. Biz inşa ediyoruz bilgiyi. Pozitivist bilim anlayışının iddia ettiği gibi bilgi dediğimiz şey bakıp da gördüğümüz bir dünyayı bu şekilde betimlemek, o betimleme sonucunda sınıflandırmak, o sınıflandırma sonucunda nedensel ilişkilerle bir birine bağlamak, genellemeler yapmak, bunları kullanarak nedensel açıklamalar vermek.. Bu mümkün değil. Bu dünyanın kendisine ulaşmak mümkün değil. Dünyanın bilgisi bizim inşaa ettiğimiz bir bilgi. Benim iddiam, Foucault bu geleneğin çok önemli bir temsilcisi. Herkesin kafasındaki apriori kavramlar aynı apriori kavramların kullanım kuralları da aynı. Bazı insanlar yanlış kullandıkları için farklı şekilde inşa ediyorlar. Tek bir inşa türü var. Kant’ın verdiği antinomi örnekleri bunlardır. Mesela Kant rasyonel çevreciye karşı çıkıyor. niye karşı çıkıyor? Tanrı hakkında teolojik olarak konuşabilirsiniz ama felsefi olarak konuşamazsınız. Descartes hatalıydı diyor. Çünkü Descartes Tanrı’nın var olduğunu üçüncü ve beşinci meditasyonda Tanrı hakkında özellikler manzumesi veriyor bize. Tanrının nitelikleri bunlardır diyor. Sonra bunları kullanmak suretiyle altıncı meditasyonda dış dünya hakkında niçin belli şartlar hakkında yanılmayacağımızı, çünkü yanılıyor olsaydık Tanrı’nın bizi yanıltıyor olacağını iddia etmek suretiyle dış dünyanın bilgisini de kurtardığını düşünüyor. Ama bunu yapabilmesi için Tanrının iyi olduğunu, bizi yanıltmadığını öne sürüyor. Kant’ınki bir tür inşacılık, Foucault'nunki de bir tür inşacılık. Yalnız Foucault’nun iddiası şematizm dediğim, kavramların tek tek nasıl tanımlayacağını belirleyen kuralların aldığı isim Foucault’da episteme. Yani Bilginin Arkeolojisi kitabında uzun uzun anlattığı kurallar, episteme dediği şey tam da bir önerme oluşturulurken, mesela kendi kendine konuşmak deliliktir, veya akrabasıyla ilişki kurmak ensesttir, veya kendine hakim olamayıp bir şey çalmak suça eğilimdir, kleptomanyadır gibi bir takım önermeler var elimizde. Bu önermelerin doğru olmasının sağlayan, bu önermeleri mümkün kılan, tıpkı Kant’ın kullandığı kavram yani bilgiyi mümkün kılan koşullar. Bilgiyi mümkün kılan koşullara bizim verdiğimiz isim de transandantal koşullardır. Transandantal olmak demek aşkın olmak, yani bu dünyanın dışında bir yerde olmak demek değil, bilginin kendisi olmayan ama zihinde bilgiyi mümkün kılan koşullar. Foucault’ya göre de var böyle koşullar ama bunlar tarihsel olarak değişiyor, dönemden döneme. Bir epistemeden diğerine geçildiğinde kurallar değiştiğinde doğruluk da değişiyor. Rönesans ve klasik çag doğaya baktığı zaman çok değişik şeyler görüyor. çok farklı şekilde tasnif ediyor, çok farklı sınıflandırmalar yapıyor. Hani o meşhur kelimeler ve şeylerin başında Borges'in Çin Ansiklopedisinden bahseder ya Foucault.. tam işte bu sınıflandırmayla ilgili bir şeydir o. Hayvanları nasıl sınıflandırıyor Çinliler? İmparatora ait olanlar, az önce sürahiyi kırmış olanlar, deve tüyünden bir fırçayla pirinç kağıdının üzerine çizilmiş olanlar, yukarıdakilerden hiç bir kategoriye girmeyenler, uzaktan bakıldığında sinek gibi görünenler gibi. Diyor ki Foucault "Ben bunu gördüğüm zaman ilk önce kahkahalarla güldüm sonra kafama dank etti. Niye farklı bir kültür bambaşka bir tasnif yapmasın?" Foucault özellikle net olarak doğa bilimleriyle ilgili bir şey söylemediğini söylediklerinin doğrudan doğruya insan bilimlerine tekabül ettiğini eden veya oraya uygulanması gereken bir şey olduğunu söyler ama bu söyledikleri doğa bilimlerine uygulanamaz demiyor, sadece "uygulamayı denemedim, bilmiyorum, dolayısıyla da kesin konuşmak istemiyorum" diyor. Ama kendisinin örnek verdiği bilimleri düşünürsek eğer, yani ortaçağ, Rönesans klasik çağ ve modernitenin doğaya baktığı zaman yaptığı sınıflandırma ve bu sınıflandırmayı yaparken doğanın düzenini betimlemek ve sınıflandırmak için kullandığı düzenleme ilkesi gerçekten de değişiyor. Ve dolayısıyla farklı dönemlerde farklı sınıflandırmalar ve doğaya dair doğru olduğu iddia edilen değişik önermeler çıkıyor karşımıza. Siz diyeceksiniz ki bu doğal bir gelişmedir. Bilim ilerliyor, ilerledikçe daha doğrusunu bulup çıkartıyor. Ve dolayısıyla her gelen yeni tasnif bir öncesine göre daha katı ve hakikate yakın bir betimleme ve açıklama ortaya koyuyor. Şimdi bunların doğaya baktığımız zaman gördüklerimizin betimlemesi olmadığını söylemiyor Foucault. Zaten insan bilimlerinin veya insan davranışlarına baktığımız zaman, Foucault açısından önemli olan nokta şu: biz baktığımız zaman insanın davranış biçimi dediğimiz, eylemleri dediğimiz bir takım şeyler var. Bunları da farklı farklı söylemsel alanlarda, din olsun, ahlak olsun, bilim olsun, insan bilimleri olsun sınıflandırıyoruz. Önemli olan bu sınıflandırmanın normatif bir boyutu var mı yok mu? Foucault’nun iddiası bunun normatif bir boyutu var, çünkü bazı davranışları normal, bazılarını patolojik olarak adlandırdıktan sonra patolojik olana müdahale ediyorsun. Freud'un teorisinde 20. yüzyıl felsefesi açısından teorisi yapılan bilim anlayışının içine sığmayacak o kadar çok malzeme vardır ki. Mesela günümüzde de hayatta olan bir bilim felsefecisinin psikanalizini katı anlamda bir bilim olmadığını ve olamayacağını anlatan bir kitabi vardır. Freud'a getirilen en önemli eleştirilerden bir tanesi psikanaliz yoluyla iyileştirmediği, tam tersine bir çok insanı çok daha kötü duruma soktuğu hatta olmayan hastalıkları varmış gibi insanlara kabul ettirdiğidir.
Normalle patolojik ayrım dediğimiz ayrımın kendisi çok yakın geçmişte yapılmış bir olan bir ayrım. Örneğin Freud’u ele aldığımızda, Freud'un yaptığı şey nedir? Patolojik olarak görülen bir takım davranış biçimlerini normalleştirmek dediler. Bunun önemli bir tarafı var: Normalleştirilen aynı zamanda uysallaştırmak gibi bir özelliği de var. Psikanalitiğin kendisini hiç tartışmıyorum. Psikanaliz bugün artık yavaş yavaş bırakılmaya başlanan bir davranış biçimi oluyor. Yerini psikoterapiye bırakıyor. Çünkü psikanalizin çok ciddi sakıncaları var. Psikanalizin kendisinin kurmuş olduğu bir iktidar var. Analiz yapa yapa sorunum ortaya çıktı, babam çocukluğumda bana tecavüz etmiş diyen ama yapılan muayeneler sonucunda tecavüze uğramadığı anlaşılan vakalar çoğaldı. Yanlış itiraf ettirilme. Psikanalizin kendisi o kadar uzun, psikanalistin müdahalesine, yönlendirmesine o kadar açık olan bir şey ki. Çünkü psikanalist olguların betimlemesinden değil onlara verilen anlamlar üzerinden gider. Anlamlandırma sürecinin kendisi de manüplasyona çok açık olan bir şeydir.Foucault’ya yanlış olarak getirilen eleştirilerden bir tanesi Foucault’nun bilim eleştirisi yapmak suretiyle sosyal bilimleri olduğu gibi reddetmek gibi bir tavrı olduğu düşünüldü. Bu yanlış. Foucault’nun iddiası jeneolojik bir yaklaşımınız varsa tarihe her hangi kavram veya kurumun bir takım koşulların bir araya gelmesiyle meydana geldiği noktada ona yüklenmiş anlam ile daha sonra ilerleyen tarihsel süreç içerisinde yüklenmiş olduğu işlev arasında her zaman bir ayırım yapmak lazım. Yani Foucault’nun iddiası şu değil: İktidar modern Batı'da insanları maniple etmek için insan bilimlerini oluşturmak gibi bir strateji saptadı ve saptadığı bu stratejiyi işlerliğe koydu ve sonunda ortaya insan bilimleri dedikleri söylem ve bu söylemin geçerli olmasını sağlayan kurumlar da çıktı. Bu değil.
Kurumlar ortaya çıktıktan sonra beklenmedik bir takım koşullar dolayısıyla ve söylemler ortaya çıktıktan sonra tarihsel olarak öngörülemeyen bir takım koşullar dolayısıyla ortaya bir takım işlevler çıktığı andan itibaren yine o kurumlar ve o söylemler yeni bir takım işlevler edindiği zaman bu işlevlerden bir tanesi mesela maniple etmekse buna karşı çıkıyor, bu manipülasyonun sonucunda ortaya çıkan durum temellük ediliyor ve iktidar bundan faydalanılıyor. Ama söylenilen şey Batı'da iktidarın büyük bir stratejisi vardır ve bu stratejinin bir parçası olarak da insan bilimi ortaya çıkarılmış ve tek nedeni budur. Bunu iddia etmemiştir Faucoult. Bunu tarihsel olarak şöyle açıklamak mümkün: Mesela Foucault diyor ki "Bu kurumlara bakalım; Hapishane, hastane ve akıl hastanesi kurumu. Bu kurumların tarihine bugünden geriye gidip baktığımız zaman göreceğiz ki 1600'lerin sonuna doğru Avrupa'da başı boş dolaşan büyük bir nüfus kitlesi vardı. Bunların içinde hastalar. suçlular dilenciler vs. vardı. Ondan sonra büyük bir ekonomik kriz patlak verdi. İspanya’da başlayan bir ekonomik kriz. Bu kriz patlak verdiği zaman birden bire her krizde olduğu gibi bu başı boş dolaşan nüfus tehlike olarak görüldü ve problematize edildi. Ve tehlikeli olduğu için de bunlar kapatıldılar. Büyük kapatılma dediği şey Foucault’nun bu. Nereye kapatıldılar? Cüzamlılar için yapılmış yerlere. Ondan sonra ne diye düşünüldü? Bir, bu kapatma iyi bir şeydir. çünkü kriz anında tehdit oluşturan bu nüfusu dışarıda tutmak kriz geçtikten sonra da o insanları alıp ucuz emek olarak kullanmak. Fakat bunun pahalı olduğu anlaşıldığı andan itibaren diyor Faucoult, çalışabilecek durumda olanlar dışarı çıkarıldı, çalışamayacak olanlar içeride bırakıldı. Ama bunlar arasında da yine bir ayırım yapılması icap etti. Hastaların hastaneye konması icap etti. çünkü ötekilere hastalık bulaştırabiliyorlardı. Suçlular için hapishane dediğimiz başka bir yere akıl hastaları için de akıl hastanesi dediğimiz kuruluşlara evirilen tüp ve tünel denilen bir takım yerlere kapatıldı. Dolayısıyla ilk başta böyle bir şey vardı. Ama reformistler buna müdahale ettikleri zaman ve kapatılmış olan bu grup içerisinden özellikle akıl hastası olarak adlandırılan gruba yardım etmek için oraya gittikleri zaman kafalarının arkasındaki motivasyon bu insanları kapitalizmin hizmetine sunmak üzere normalleştirmek değildi, son derece hümanist kaygılarla hareket ediyorlardı. Ama daha sonra bu kurumların beklenmedik bir işlevi olduğu ortaya çıktı. Foucault diyor ki "Eğer bu kurumlar sadece bir takım insanları normalleştirip emek güçlerini kapitalizmin hizmetine sunmak için kullanılan kurumlar olsaydı şimdiye kadar çoktan kapatılırlardı. Çünkü oraya kapattığınız kişi sayısı belli. Maliyeti müthiş yüksek olan bir şey. Diyelim ki 500 bin kişiyi iyileştirdiniz, ıslah ettiniz. Onları emek gücüne kazandırmak için harcayacağınız para ekonominin sırtında çok büyük bir yük. İkinci olarak, buraya giren insanlar normalleşmiyorlar. Yani hapishaneye suçlu girip de iyi insan olarak çıkan yok. Bunu biliyoruz. Akıl hastanesi böyle bir şey. İkinci bir işlevi daha olabilir: Oraya girmek istemeyenlerin oraya girmelerini gerektirecek davranışlardan vazgeçmelerini sağlayacak bir tür uyarı niteliğini taşıması. Ama diyor Foucault bu da yeterli değil. Üçüncü bir işlevi daha sonra oldu en sonunda: Bu tür kurumların aynı zamanda genel bir normalleştirme teknikleri manzumesinin mükemmelleştirileceği bir yer olduğunun keşfedilmesi. Bunun en güzel örneği hapishane. Yani hapishanede uygulanan disiplin teknikleri panaptikon dediğimiz Jeremy Benson'un tasarladığı mimari dizayn, onun arkasındaki disipline etme teknikleri bütün bunlar gerek hapishanenin, gerek hastanenin geniş anlamda topluma uygulanmak üzere kullanılabilecek bir takım tekniklerin geliştirilebildiği yer haline gelmesini sağladı. Dolayısıyla bilime bakarken Foucault’nun söylediği şey şu: İnsan Bilimlerine dair söylemin normal patolojik ayrımı yaptığı patolojik olanın normalleştirilmesi için tavsiye ettiği desteklediği teorisini yaptığı bütün bu kurumlar bugün taşıdıkları bu manipülatif işlevle ortaya çıkmamışlardı; ama bu işlevi edindiler.
Peki bu durumda biz ne yapacağız? Bize dayatılmakta olan bir standart var. Bu standardın dışına çıkabilir miyiz? Foucault açısından iktidara karşı verilen bir mücadele bir özgürlük etiği. Şimdi ahlakla etiği birbirinden ayırt ediyor Foucault geleneğin gerektirdiği biçimde. Diyor ki: Ahlak dediğimiz şey bir koddur, normatif bir sistemdir. Etik ise bizim bu normatif sistem üzerinden kendi kendimizle kurduğumuz ilişkidir. Dolayısıyla eğer biz yeniden iktidara karşı mücadele edip de bu sistemin dışına çıkmak istiyorsak yapmamız gereken şey kendimizle kurduğumuz bu normatif bilinç ilişkisini değiştirmek.
Bunu değiştirebilmek için de o ilişkiyi kurarken kullandığımız normlardan başka normlar bulmak. Dolayısıyla başka bir ahlaki kod bulmak, ahlaki kodu bulup da mevcut bizi özneleştiren, özneleştirmemizi sağlayan ahlaki kodun dışında kendi seçtiğimiz bir ahlaki kod üzerinden kendimizle ilişkimizi kurup neyin arzu edilebilir bir davranış türü neyin öyle olmadığı konusunda fikrimizi değiştirdiğimizde ve farklı davranabilmeye başladığımızda biz iktidara karşı verilmesi gereken mücadelenin çok önemli bir kısmını yapmış oluyoruz başlangıç açısından. Ama öncelikle yapılması gereken şey Foucault’ya göre bu ahlaki normlar nereden geliyor? Neden onu seçmedim de bunu seçtim? Bununla ilgili olarak Foucault’ nun söylediği hiç bir şey yok. Foucault’ nun bütün söylediklerini yazdıklarını okudum. Gerekçeler şu: Bir, nereden geliyor bu sistemler, onu dolaylı olarak söylüyor Foucault. Sistemler zaten var. Yani kimse bir araya gelip norm oluşturamaz. Yani norm dediğimiz şeyler kalıcı. İnsanları toplu halde bağlayan toplum içinde organik olarak belirmiş kabul edilen veya edilmeyen şeylerdir. Ama bunlar anonim olarak gelişen şeylerdir. Her topluma baktığımız zaman her toplumun içinde farklı farklı normatif kodların olduğunu görürüz. Foucault’nun kimlikle ilgili olarak etikle ilişkisi çok önemli. Baktığım zaman davranış biçimlerime bunları kavramsallaştırdığım andan itibaren bunlar benim artık öznel deneyimlerim haline geliyor. Bu öznel deneyimlerin kurduğu şeye kimlik diyor Foucault. Şimdi mesela benim Türk kimliğim var diyelim. Ben bir beyaz Türk erkeğiyim. Bu ne demek davranış biçimlerimi kendime baktığım zaman belli şeyleri Türklük dediğim bir kavramla bir araya getirmem ve onun üzerinden kavramsallaştırmam demek. Erkeğim dediğim zaman, eşcinselim dediğim zaman başka bir şey olacak bu. Aleviyim dediğim zaman başka, Kürdüm dediğim zaman başka, Yahudi’yim dediğim zaman başka. Dolayısıyla benim kimlik dediğim şey kendi davranış birimlerimin bir kavramsallaştırılması aslında. Bu kavramsallaştırmaların zorunlu olmadığını, kimliklerin zorunlu olmadığını aslında insanlara dayatılan bu kimliklerin farklı bir kavramsallaştırma sonucunda geride bırakılabileceğini iddia ettiği için kimlik üzerinden yaptığı her hangi bir baskı, her hangi bir tahakküm ilişkisinde de çok önemli bir muhalefet kaynağı sağlamış oluyor. Ama Foucault’nun dediği şu değil.
Onu da yanlış anlamamak lazım. Kimlik politikası önemli diyor Foucault. Yani iktidarın dayattığı bilmem ne kimliğine karşı verilecek hakiki mücadele onun yerine başka bir kimlik koymak değil. Çünkü her insan doğası gereği insanın davranış biçimlerini kavramsallaştırmayı gerektirdiği, her kavramsallaştırma normatif olduğu, her normatif kavramsallaştırma da o davranış biçimlerine potansiyel sınırlar getirdiği için diyor Foucault insanın bir kimliği reddedip onun yerine başka bir kimliği olumlaması aslında başka bir sınırlamalar ve kısıtlamalar sistemini gönüllü olarak kabul etmesidir. Dördüncü ciltte bunu söylüyor. Bu anlamda da Foucault ne tavsiye ediyor derseniz: Kimliksizleşme türünden bir şey. Yani tekillik. Yani kimlikte biz ne anlıyoruz?



Özne ve iktidar makalesinde Foucault iktidardan evvel iktidar mücadelesinin dışında tahakküm denilen -iktidarın aldığı özel bir biçimdir tahakküm- ve iktidarın aldığı bu özel biçim olarak tahakküme mutlaka karşı mücadele verilmesi ve tarih içinde tahakküme karşı üç türlü mücadele verildiğini söyler: Bunlardan bir tanesi etnik dinsel, bir tanesi ekonomik bir tanesi de cinsel vs tahakkümlerdir bunlar. Dolayısıyla bir Kürt'ün Kürt kimliğini olumlamak üzere veya kadının erkek tahakkümüne karşı çıkması veya eşcinsellerin homofobik bir takım tahakküm biçimlerine karşı çıkması belli bir tahakküm biçimine karşı verilmesi gereken bir mücadeledir. Ama bu mücadelenin bize vereceği şey özgürlük değildir. Bunun ayrımını yapmak Lazım. Foucault açısından -Foucault’nun pozitif bir özgürlük anlayışı var, negatif değil- tahakkümü kaldırdığınız zaman negatif bir özgürlüğü teminat altına aldığınızı düşünüyorsunuz. Yani sizin davranış biçimlerinizin önünde sizin iradeniz dışında başkalarının koyduğu bir takım engelleri ortadan kaldırdığınızı. Tabi ki de özgürlük dediğimiz şey -ki mesela Platon'da, Marx'ta Hegel'de karşımıza çıkan esas özgürlük de budur- sahip olduğunuz güçleri kullanarak bir şey yapmakla ilgili olan bir şeydir. Onun aldığı en önemli biçim Marx'ta karşınıza çıkan kendi kendini gerçekleştirme. Hegel'de de karşımız çıkar bu. Kendi kendini gerçekleştirmek dediğimiz şey de önden verili olan bir kendilik değil, sizin bir takım potansiyellerinizi kullanmak suretiyle kendinizden bir şey yapmanızla ilgili olan bir şey. Ancak bunu yaptığınız zaman pozitif anlamda bir özgürlüğün pratiğini yapmış oluyorsunuz. Benim demek istediğim şey şu: Foucault açısından etnik bir tahakküm biçimine karşı cinsel ve ekonomik bir tahakküm biçimine karşı verilmesi gereken mücadele elzem. Ama bu mücadeleyi verip de siz dayatılan bir kimliğin yerine kendiniz başka aidiyet koşullarıyla gelen genel bir kimliği olumlayıp onun gerektirdiği biçimde davranmaya başladığınız zaman pozitif anlamda özgürlüğünüzü gerçekleştirmiş olmuyorsunuz. Kendinizi sınırlandırıyorsunuz. Şimdi ben mesela Kürt olarak kabul edilmek istemiyorum. Ben işte Sünni de değilim. Ben Alevi Kürt’üm, Zaza'yım; kendi töreme göre davranacağım. Etos: Töre. Şimdi ben kendi töreme göre davrandığımda Müslüman Sünni Türk'ün töresine göre davrandığımdan daha mı özgürüm? Evet onun tahakkümünden kurtuldum ama ben yine kendimi sınırlandırıyorum. Ama benim sınırlandırdığım o kadar çok farklı yaratıcı gücüm var ki.. Foucault’nun söyledi şey kapitalizme karşı verilen mücadele ekonomik değil etik bir mücadeledir. Hangi anlamda etik bir mücadeledir biliyor musunuz? Kapitalizmi adil olmayan bir düzen olmadığı için eleştirmez Marx. Çünkü Marx'a göre kapitalizm ancak kendi ahlaki ölçütlerine göre değerlendirilebilir ve o kategori de adildir. Kapitalizmin esas eleştirilmesi gereken tarafı dış yönüdür. Yani işçiyle patron arasındaki.. Onun da eleştirilmesine sebep insanları tek düze tek boyutlu bir yaşam biçimine indirgemesi aynı fabrikada aynı işi yaptırmak suretiyle fakirleştirmesidir. Bunu aştığınız zaman gelir dağılımını herkesin ihtiyacına göre verdiğiniz zaman -onu şaka diye söylemiyor Marx, yani sabahleyin işçi, öğleden sonra balık tutacak, akşam da eleştirmen olacak, yazar olacak.. o ne demek? İnsanın sahip olduğu güçleri yaratıcı bir şekilde geliştirmek suretiyle kendinden mümkün olduğu kadar zengin bir şey çıkarması. Bu çok Aristotelesçi bir yapıdır, çünkü Marx diyor ki, insanın özü dediğimiz şey potansiyellerinin tam olarak gerçekleştirildiği noktada ortaya çıkan şeydir. Bu çok Aristotelesçi bir söyleyiş. İnsanın potansiyellerini ortaya çıkarmasının ön koşulu da ekonomik olarak kendisine dayatılmış olan bu yaşam biçiminden kurtulmak.Benim burada özellikle Marx'tan söz etmeye çalışmamın sebebi pozitif özgürlük dediğimiz Foucault’nun Hegel'in Marx'ın Antik Yunan'ın ortak noktası bu pozitif özgürlük anlayışı. Tahakkümden kurtulmanın kendisi yeterli değil ama yapılması gereken bir şey. Faucoult, 'bırakın adamlar kadınları ezsinler.' veya 'şu grup bu grubu tahakkümü altına alsın' demiyor, bunun ötesinde Foucault kimliklerin kendilerinden kurtulmayı ve bir tür tekillik yapılması gerektiğini söylüyor. Bir tür dervişlik filan değil. Bu insanların kendi gündelik davranış biçimlerine yeteri kadar eleştirel bakabildikleri taktirde yapabilecekleri bir şey. Bu toplumdan kaçış veya dincilik değildir. Din size yukardan ne yapmanız gerektiğini söyleyen normatif bir yapıdır ve bunu kutsal bir referansa dayandırır. İyi dediğimiz şey herkeste vardır. Yapılması gereken çalışma, bireysel bir çalışma. Ama bu çalışmayı hiç bir zaman izolasyon içerisinde yapamıyorsunuz. Bu kolektif bir boyutu olması gereken bir çalışma. Niçin? Çünkü bu çalışmayı yaparken kendime bakarken kendimi kavramsallaştırırken kullandığım normatif sistemden memnun değilsem yerine koyacağım normatif sistemi kendim icat etmiyorum. Bu olacak şey değil. Tarihin hiç bir yerinde yoktur. Yani siz ben üçümüz bir araya gelelim bir normatif sistem kuralım ve bunu ortaya çıkaralım. Bunlar olmayacak şeyler. Bunlar anonim olarak kendi kendine ortaya çıkan gelişen şeyler.Biz ne yapabiliriz? Seçebiliriz bunların arasından.
Foucault Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildinde Victorian Burjuvazi döneminde iki tane farklı victorian insan türü olduğunu anlatır. Bir: Victorian ahlakın istediği biçimde yaşayan. İki: aynı insanların gece karanlıkta şehrin başka bir yerine gittikleri zaman yaşadıkları zaman biçimi. İki tane farklı normatif kod var orada. İnsanlar seçiyorlar bu kodlar arasından. Dolayısıyla elimizde seçebileceğimiz normlar var. Bunları seçip kendimiz üzerinden kurduğumuz ilişkiye verdiği isim etik. Bunu yaparken de beklediği şey yaratıcılık. Yaratıcılık derken de yaşam estetiği. Ama yaşam estetiği derken daha güzelleştirilmiş bir yaşam değil. Estetik derken kullandığı şey yaratıcı olmak. Yani dayatılmış olandan daha önce var olandan farklı yeni şeyleri yaratabilmek ve bunları yaparken mümkün olduğu kadar kısıtlayıcı şeylerden kaçınmak.
Ferda Keskin

(bu metin felsefe atölye çalışmasında, bant kaydına alınan bir konuşmanın çözümlenmiş halidir.)
kaynak: http://www.anarkotopya.com/.