26 Nisan 2008











23 Nisan 2008

Bir yolculuk hikayesi

EL VIAJE

Yılların usta yönetmeni Arjantinli Fernando Solanas'ın 1992 yapımı filmi El viaje / Yolculuk artık Limonluk'ta..





Yönetmen: Fernando E. Solanas
Oyuncular Walter Quiroz, Soledad Alfaro, Dominique Sanda, Ricardo
Bartis, Christina Becerra Yapım Yılı: 1992 Süre: 144 dakika

Arjantinli yönetmen Fernando Solanas imzalı "The Voyage", babasını bulmak için bisikletiyle yollara düşen genç bir delikanlının tuhaf anlarla dolu yolculuğunu anlatıyor. Dünyanın en güney ucu olan Ushaia'daki evinden ayrılıp kuzeye doğru
yönelen Martin en son Brezilya'da olduğu söylenen antropolojist babasını bulmak üzere pedala asılır. Yol boyunca türlü sefalet ve saçmalıkla karşılaşan Martin özellikle Amerikan politikalarının bölgede sebep olduğu yıkımı görecektir.


Özellikle devrimci Güney Amerika sinemasını sevenlerin beğeneceğini umduğumuz
El viaje (The Journey/Yolculuk) filmini şu adresten indirip, seyredebilirsiniz.
(Dosyalar hj-split programı ile bölünmüştür. Bu programı ücretsz indirip, "join" dediğinizde film tekrar 2cd haline gelecektir. İngilizce ve Fransızca altyazılar içindedir.)

Limonluk olarak iyi seyirler dileriz!


13 Nisan 2008

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nden Notlar



  • Geçtiğimiz cuma (5 Nisan) sinefillere kapılarını açan 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali son hafta programına girerken, festivalden şimdiye kadar aklımızda kalan küçük notları paylaşmak istedik...


    Şili'de Pinochet’nin katliamlarını (Ölüye Verilmiş Bir Söz) ; eski KGB şimdiki FSB'nin CIA kopyası insanlıkdışılığını (İsyan) ; ve özellikle, FSB'lilerin dedeleri olan Sovyet Ruslarının, gencecik Polonyalı mühendislerini gözlerini kırpmadan katledişini (Katyn) dev sinema perdesinde seyretmek oldukça iç açıcıydı!

    Bilindiği üzere, tematik film kuşaklarına has olarak sponsor olan kurumlar hazırladıkları ürünleri, tanıtım broşürlerini vs. ücretisz dağıtıyorlar. Bunlardan biri '68 ve mirasına sponsor olan Bahçeşehir Üniversitesi'nin hazırladığı kitapçık, çıkartmalar ve iğneler. Akademi dünyasından derledikleri kitapçığa bakmakta fayda var...

    Gene bu kapsamda Beyoğlu Sineması'nın fuayesindeki Cnbc-e dergileri ve geçen ayın hediyesi "heros" iskambilleri ücretsiz hediye! Bitmeden edininiz.

    Yıllara Meydan Okuyanlar başlığının sponsoru olan Dole, Katyn gibi bir film öncesi meyvalı yoğurt dağıtarak, ürün tanıtımı yaptı. Ama filmin bıraktığı o acı tadı, meşhur Beyoğlu çikolatası bile bastıramazdı..

    Radikal her sponsor olduğu festivalde yaptığı gibi gene her gün sinema fuayelerinde ücretsiz dağıtılıyor. Teşekkür ediyoruz can-ı gönülden.

    '68 ve mirası kuşağındaki 40 yıllık filmler tıklım tıklım salonlara oynuyor. İnsanın gözleri yaşarıyor..


"Hafta içi gündüz seanslarına bilet bulamayız" telaşıyla, bilet satışlarının ilk günü boşuna ayakta bekleyen sinemaseverlere, seanstan 10dakka öncesine kadar birçok filme bilet bulunabilen son dakikacılar selam ediyor..

Bu ay çıkan tüm sinema ve kültür sanat dergileri, her yıl olduğu gibi gelenekselleşmiş biçimde festival için özel dosyalar hazırlamış. Festival'in '68'e saygı duruşunu da değerlendiren dergiler, nisan ayını bu kırk yıllık sürece af çıkartma fırsatı olarak kullanmış görünüyor. Milliyet Sanat'ta kapsamlı bir "'68 ve sanat" dosyasını, ve festivaldeki filmleri Atilla Dorsay kaleminden okuyabilirsiniz.

Limonluk olarak sevdiğimiz ateşli eleştirmen Fatih Özgüven'in tavsiye ettikleriyle, bizim seyretmek için seçtiğimiz filmler uyuşmadı. Üzüldük.. Ama gene de Senki geri dönen ölüleri için seyredilmeyi hak ediyor..

Festivale paralel giden etkinliklerde Marc Carno'yu ya da tarih-sinema söyleşilerini kaçıranlar üzülmesin; bu hafta da sinemada göç-sömürgecilik konularının tartışılacağı Tony Gatlıf & Abderrahmane Sıssako'dan sinema dersini 15 nisan salı, akbank sanat, saat 16.30'da ; Sokurov'dan her telden sinema dersini 18 nisan cuma, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam film merkezi, saat 16.00'da; Türk sinemasına dışarıdan bakmak söyleşisini 17 nisan perşembe, akbank sanat, saat 16.00'da takip edebilirsiniz. Detaylar için -->

Wagamama Taksim, elinde bir biletle gidene ikinci menüyü hediye ediyor!

Herkese festivalin ikinci haftasında iyi seyirler dileriz!


10 Nisan 2008

Dışavurumcu Alman Sinemasının Kökenleri-1

ÖZET


Bu çalışmanın amacı sinema akımları içerisinde önemli ve zengin bir dönemi temsil eden dışavurumcu Alman sinemasının toplumsal ve tarihsel kökenleri incelenmek; bu dönem sinemasının oluşmasına etki eden unsurları tarihsel ve toplumsal süreç içerisinde görmektir. Bu amaçla öncellikle Almanya’nın kuruluş ve Kutsal Roma Germen İmparatorluğu tarihlerine kısaca değinilmiş, ardından 19yy. Almanya tarihi detaylı olarak incelenmiştir. Çünkü 19yy. gelişmelerinin 20yy.’ın başında yaşanan toplumsal ve tarihsel olaylar üstündeki etkisi, geçmiş yüzyıllara nazara daha fazladır.




İncelemenin ikinci bölümünde dışavurum akımı genel hatlarıyla ele alındıktan sonra, Alman sineması tarihine değinilmiş ve beraberinde dışavurumcu Alman sineması örnekleriyle de açıklanmış; anlatılan tarihsel sürecin akıma yansıması tartışılmıştır.

I. BÖLÜM


YAKIN GEÇMİŞ ALMANYA TARİHİ


Giriş

Dünya tarihçilerine göre bugün “Almanya Tarihi” olarak adlandırılan süreç 9. yy’da Frank İmparatorluğu Kralı’na, Papa III. Leo tarafından Roma İmparatoru tacı takılmasının ardından, 960 yıllarında Büyük I. Otto’nun imparatorluk tacını giymesiyle kurulan “Kutsal Roma İmparatorluğu” tarihi ile başlamaktadır.(1)Ve 10yy.’dan itibaren orta Avrupa topraklarında 1000 yıldır süregelen politik ve ekonomik kaynaklı iç ve dış savaşalar tüm Avrupa tarihinin belirleyici unsuru olmuştur.

En geniş sınırlarına ulaştığında bugünkü Almanya, Avusturya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Batı Polonya, İsviçre, güney bölgeleri, doğu Fransa, ve kuzey İtalya’nın büyük bölümüne kadar uzanan geniş bir coğrafyayı kapsayan İmparatorluk, 14yy’ın son çeyreğinden sonra Kutsal Germen-Roma İmparatorluğu adını almış ve 1800’lerin başına kadar varlığını sürdürmüştür. Gerek Alman ve Prusya hanedanlarının kendi iç iktidar çatışmaları, gerek egemenlik altındaki prenslerin ve derebeylerinin güçlenip kendi şehir devletlerini kurmaları, bunların yanı sıra Fransa ile sürekli devam eden savaş ortamı Kutsal Roma İmpartorluğunda siyasal istikrarın devamlı sekteye uğramasına neden olmuştur. Özellikle söz sahibi olan prensliklerin ve derebeyliklerin Ortaçağ Avrupasında politik, ekonomik ve sosyal açıdan belirleyici rolleri vardır. Kısa süreli barış dönemlerinin ardından saldırılar, savaşlar ve kopmalarla dağılma sürecine giren İmparatorluğa son darbeyi, 1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi vurmuştur. Fransa’nın mutlakıyet karşısındaki özgürlükçü düşüncelerine karşı açılan Koalisyon Savaşları 1805 yılına gelindiğinde Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun kesin sonunu belirlemiştir. Prensliklerin Konfederasyonlara dağılmasıyla da, 1813 yılına kadar Fransız hegemonyasına giren Almanya, 1814’te Napolyan’a karşı Müttefikleriyle birlikte verdiği kurtuluş savaşından galip çıkmıştır. 1815’te barış görüşmeleri ve Avrupa’nın yeni haritasını çizmek için toplanan Viyana Kongresinde masaya yatırılan sorun kazanılan özgürlüğün, hangi siyasi yapı içerisinde kullanılacağı noktasında kilitlenir. (2)


Bu makalenin asıl konusu olan Dışavurumcu Alman sinemasının kökenleri tüm baskıcı, monarşik Almanya tarihinde bulunabileceği gibi, daha yakın bir tarihsel kesit olan 1815-1919 arasındaki süreç, 20yy’ın ilk yarısındaki toplumsal ve kültürel değişimlerin nedenlerinin bir çerçevesini çizmektedir. Bu bağlamda 1815 sonrasındaki Almanya tarihi daha detaylı ele alınmıştır.


19yy.’da Almanya


Viyana Kongresinde topla­nan devlet adamlarının önündeki temel sorunun Almanya'nın kalıcı yönetimini oluştu­rabilmekti demiştik. Kongrede bir araya gelen 18. yüzyılın eski okullu diplomatları Fransız Devrimi'nin ilkelerinden korkan, demokratik yönetim kuramlarını küçük gören zihniyetteydi; fakat ortada 1789'dan önceki sınırlara ve yönetimlere aynen geri dönülemeyeceğinin de açık bir gerçekliği vardır. Böylece, Viyana görüşmeleri sırasında alınan Almanya'ya ilişkin kararlar, yenilikçilikle tutuculuk, aşırı bölünmeyle katı merkeziyet­çilik arasında bir orta yol izlemiştir; kaynaklara göre, ne geçmişi özleyenler, ne de yeniye özenenler tam anlamıyla memnun edilememiş­ti. (Heinrich A. Winkler, 2006:30)

Almanya’nın zihniyet olarak bu ikiye bölünmüşlüğü aslında ülkenin ve insanlarının kaderini belirleyen en önemli etken olmuştur. Bu ikiliğin sonuçlarına ileride değinilecektir.

1815 Viyana Kongresi'nde ortaya çıkan Almanya, iki büyük devlet Avusturya ve Prusya'dan Bavyera, Württemberg, Sak­sonya ve Hannover'in küçük krallıklarına; Baden, Nassau, Oldenburg ve Hessen-Darmstadt gibi daha küçük düklüklerden Schaumburg-Lippe, Schwarzburg-Sonder-hausen ve Reuss Schleiz-Gera gibi çok kü­çük prensliklere ve Hamburg, Bremen, Lübeck, Frankfurt am Main gibi bağımsız kentlere kadar büyüklükleri değişen 39 devletten oluşuyordu. Komisyondaki görüşmeciler, bu bütünleşmiş siyasal birimleri oluşturmak­la kalmadılar, aynı zamanda bu birimlerin ulusa ilişkin konularda oynayacağı rolleri de değiştirdi­ler: Prusya, Almanya içinde temel bir konuma geldi. Savaşın galipleri, Fransız saldırılarının yinelenmesinden korkarak, Berlin'in Orta Avrupa'nın batı sınırının koruyuculuğunu üstlenmesine karar verdi­ler. İlerde Avrupa'nın en büyük sanayi merkezi durumuna gelecek iki bölge Ren ve Vestfalya, Hohenzollerin eyaletleri oldu. 18. yüzyıl sonunda iki uluslu bir devlet olma sürecine giren Prusya, yeniden Almanya'ya katılmış ve ülkenin her iki cephesinde de stratejik konumlara getirilmiş oldu.


Öte yandan güneyde Avusturya'nın çekim merkezi doğu­ya doğru kaydı. I. Franz, coğrafi açıdan bütünlük, askeri açıdan da savunulabilirlik uğruna, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nu koruma rolün­den vazgeçti. Adriyatik'teki Venedik top­raklarına karşılık, Avusturya Felemenki ile birlikte Güney ve Batı Almanya'daki top­rakları geri verdi. Böylelikle, ilgi alanı İtalya ve Balkanlar'a kayan Habsburg İmparatorluğu'nun Germen niteliği azaldı. Bu yeni toprak dağılımı, şüphesiz ki ilerde çok önemli sonuçlar gebeydi.




Bu çok yönlü orta Avrupa tablosunu göz önüne alarak, Heinrich August Winkler’in yeniden oluşturulmaya çalışan Alman birliği üstüne yaptığı temel saptamayı okuyabiliriz:


“Almanlar için, Alman sorunsalının her zaman iki yönü vardı: Bir bölge sorunsalı ve bir anayasa sorunsalı; tam olarak: Birlik ve özgürlük ilişkisinin sorunsalı. Bölge sorunsalının odak noktasında “büyük Almanya” ya da “küçük Almanya” sorunu duruyordu. Kutsal Roma İmparatorluğu yerine bir Alman ulusal devleti kurmak mümkün olursa, buna Almanca konuşan Avusturya da dahil olmak zorunda mıydı yoksa bu bölge olmadan Alman sorunsalına bir çözüm düşünülebilir miydi? Anayasal sorunsal her şeyden önce halk ile taht arasındaki güç dağılımıyla ilgiliydi. Birleşik bir Almanya’da söz hakkı kimde olmalıydı: Almanların seçilmiş temsilcilerinde mi yoksa prensler ya da onların en güçlüsünde mi?”


Barış görüşmelerinden sonra yukarda tasvir edildiği gibi sınırları çizilen topraklar Kutsal Roma-Germen İmparatorluğunun yapısında oldukça uzak olan bir Alman Konfe­derasyonu tablosu çizmektedir. Bu yapı esasında, egemenlik yetkilerinin ağırlıklı olarak üye hü­kümetler elinde olduğu, gevşek bir siyasal birlikti. Yürütme ve yasamaya ilişkin mer­kezî kurumlar yoktu, yalnızca Frankfurt am Main'de ortak yasaların görüşüldüğü bir Federal Meclis vardı. Konfederasyonun, kuramsal olarak, ülkenin ekonomik ve siya­sal ilişkilerini güçlendirecek önlemleri yü­rürlüğe koyma yetkisi vardı. Uygulamada ise merkezî iktidarın oluşturulabilmesi için yerel özerkliklerden vazgeçmeye yanaşma­dı, bölünmeyi destekledi. Kuruluşunun te­mel amacı, kazandıkları bağımsızlığı ve önemi yitirmek istemeyen ikinci sınıf dev­letlerle, Almanya dışına dönük çıkarlarının devamını ancak âdemi merkeziyetçi bir siyasal birlikte gören Habsburgların bu konumlarını korumaktı. Bu niteliği ile kon­federasyon baştan beri gelenekselliğin ve yerelliğin destekçisi oldu.

Kurtuluş Savaşı sırasında umutları artan milliyetçiler ise konfederasyonu, körü körüne bir gericiliğin aracı olarak görüyorlardı. 1815'te oluşturu­lan yapı, gerçekte Orta Avrupa'da toplum bilincinin ve ekonomik bütünleşmenin ya­vaş gelişiminin tam bir yansımasıydı. Yöne­timin merkezileşmesini savunan militan re­formcular, sesini duyurabilen bir azınlıktı. Toplumun alt sınıflan, Viyana Kongresi sonuçlarını sessizce kabullenmişti. Barış antlaşmasının zayıf noktası, var olana uyma­sı değil, gelecekteki değişikliklere uyum gösterme yeteneğinden yoksun olmasıydı. Temelde kırsal ve tarımsal olan bir toplu­mun siyasal gereksinmeleri için yeterli gibi görünen bu düzenleme, 50 yıl sonra, fabri­kalar ve demiryolları çağında tam bir tarih yanılgısına dönüştü.


1815-1820 arasındaki liberal kuramlar çerçevesinde yapılacak toplumsal reformları destekleyen girişimler, siyasal bir yeniden düzenleme ile anayasal bir hükümetin kurulmasını isteyen yurtsever gruplar ve üniversite öğrencileri, resmi yönetime karşı reformist başkaldırı girişimlerinde bulundular. Buna karşılık Al­man Konfederasyonu prensleri; Fede­ral Meclis'in kabul ettiği bir dizi baskı hükümler uygulayan genel bir sansür ortamı oluşturuldu. Bu durum, hükümetler­de reformdan yana ve reforma karşı olanlar arasında sürdürülen mücadele üzerinde önemli etki yarattı; ki bu noktada, Almanların ikili yol ayrımı bir kez daha karşımıza çıkmaktadır: Prusya'da hükümetin liberal üyeleri istifa etmek zorunda kaldılar. Krallık için bir anayasa oluşturma planı reddedildi. Berlin'deki bu sağa kayış, kuze­yin ikinci sınıf devletlerindeki baskıcı eği­limleri de körükledi ve kısa sürede bunlar da anayasa çıkarma girişimlerinden vazgeç­tiler. Reform hareketleri toplumun siyasal ve ekonomik yapısını değiştirmeyi başar­mış olsa da, Orta Avrupa'da liberal yönetim ve ulusal bağlılık geleneğini oluşturamamış­tır.


İngiltere ve Fransa'nın kendi kurumları­nın dayanağı olan burjuva toplum bilinci, Ren Irmağının doğusunda hâlâ görülmüyor­du. Almanya'ya özgür yönetim düşüncesi, sanayide ya da siyasal yapıda bir devrimin meyvesi olarak değil, yabancı bir örneğin taklidi ve yabancı egemenliğine tepki biçi­minde girmişti.


Haziran 1830'da tekrar hareketlenen devrimci girişimler gene şiddetle bastırıldı, muhalefet sindirildi:­ Federal Meclis, tahtın devlet politikası içindeki yerini sağlamlaştıran, yasama organının gücünü kısıtlayan, toplantı özgürlüğüne sınırlama geti­ren, polisin yetkilerini genişleten ve sansürü yoğunlaştıran ek baskı önlemlerini benimsedi. Böylece, Viyana Kongresi'nin kurduğu sistemi sarsan, yeni ve daha sert siyasal patlamalar yüzyılın ortalarına kadar görülmedi.

Fakat şiddet yoluyla bastırılan muhalif toplumsal kanat ne susturulabildi ne de yok edilebildi. Tam aksine düşüncelerinin dayanağını Fransız Devrimi’nden alan gruplar toplumsal tabakların bilinçlenmesini sağlayarak, halkın katıldığı siyasi partilerin ve ideolojik oluşumların önünü açtı. Reform yanlıları top­lanmaya, planlar yapmaya, örgütlenmeye ve propagandaya başlayınca, düzen yanlıları da stratejilerini oluşturmak ve programları­nı tanıtmak zorunda kaldılar. Henüz ne anayasaları, ne de parlamentoları bulunan Avusturya ve Prusya'da bile kulüpler, top­lantılar, gazeteler, broşürler ve dilekçeler aracılığı ile dolaylı yollardan siyasal eleştiri görülüyordu. 18yy.’ın Aydınlanma çağından farklı olarak, artık Orta Avrupa'da, prenslik otoritesine kayıtsız şartsız boyun eğmeyi reddeden bir zihniyet değişimi vardı. Sanayileşmenin başlamasının, ekonominin biçimi ve toplumun yapısı üzerinde yarattığı değişiklikler, siyasetin yapısında ve örgüt­lenmesinde değişmelere yol açtı.


Hanedan çıkarları güdenlerin en önemli karşıtları liberaller ve ılımlılardı. Başlıca desteği sanayicilerden, tüccarlardan, bankerlerden, maden sahiple­rinden, kamu görevlilerinden ve üniversite profesörlerinden alan bu grup, yetenekten çok, doğuştan soyluluğun üstünlüğünü taşı­yan kişilerin ağırlıklı olduğu bir yönetim biçimine karşı varlıklı burjuvaziyi temsil ediyordu. Ve burjuvazinin kendi çıkarcı karakteristiği gereği kralın iktidarı, mülk sahipleri tarafından seçilen bir parlamento ile payla­şacağı bir monarşiden yanaydı.

Bu grubun daha solunda küçük tüccarlar, küçük dükkân sahipleri, vasıflı işçiler, ba­ğımsız çiftçiler, siyaset yazarları, gazeteci­ler, avukatlar ve doktorların oluşturduğu demokratlar ya da radikaller vardı. Bunlar, halkın egemenliği temeline dayanan eşitlik­çi bir iktidar biçimi istiyordu. Küçük burjuva düşünce yapı­ları içinde halkın enerjisinin ve beklentilerinin siyasal ve toplumsal reforma dönük düzenli bir güç olarak, ancak 1793’teki Jacobin cumhuriyet modeli ile dönüşebileceğine inanıyorlardı. Monarşiye tamamen karşı olduklarını dile getiremeseler de, kralın gücünün, eşit oy ile seçile­cek bir parlamentoya aktarılmasını istiyorlardı. Özel mülkiyete bağlılıkları, liberaller kadar güçlü olmakla birlikte, de­mokratlar, alt sınıfların ekonomik koşullarının düzelebilmesi için hükümetin iş hayatını düzenlemesini de kabul ediyorlardı. Radikaller sayıca ılımlılar kadar çok olmamakla birlikte, önemli bir muhale­fet grubu idiler.


Siyasal sistemine yönelik eleştiriler arttıkça, sistemin savunucuları da aynı ölçü de ideolojik konumlarını daha belir­gin olarak tanımlamak zorunda kalmışlardır. Çoğunlukla toprak sahibi soylular, saray aristokrasisi, subaylar, yüksek bürokratlar ve kiliseden gelen düzen savunucuları, bi­reylere ve topluma ilişkin tutucu önyargıla­ra dayalı yeni görüşler geliştirmeye başladı­lar. Onlara göre, kişilerle hükümetler ara­sındaki ilişkiler, katı bir bireyciliğe dayalı anayasalarla sağlanamazdı. Onlar reformcular hayalperesttiler ve geçmişten gelen tarihsel güçleri hesaba katmadan konuşuyorlardı. “Bütün insanlar eşittir” demek, aile, sınıf, içinde yetişilen ortam, eğitim ve gelenek farklılıklarını görmezden gelmek demekti. Kalıcı bir yönetim biçimi, ancak, insanların zaman içinde benimsemeyi öğrendikleri taht, kilise, asiller ve ordu gibi, toplumun geleneksel kurumlan üstüne kurulabilirdi, inançlılar tanrıtanımazlara, işçiler sömürü­ye, vatandaşlar devrime karşı ancak yasaların ve tarihin geçerli kıldığı bir iktidar sistemi ile korunabilirdi. Böyle olunca da, Alman Konfederasyonu'nun siyasal kurum­ları tek geçerli merci konumunda görülmeliydi.

Var olan statükonun bu tavırla konuşması elbette en doğal siyasal söylemdir; fakat asıl önemli olan söylenenlerin içeriği değil, iktidar sahiplerinin zaten baskıcı bir rejimle sindirmeye çalıştıkları muhaliflere karşı ayrıca söylemsel bir savunma mekanizması da oluşturma girişimidir. İktidarın baskıcı tutumun yanı sıra, savunmaya geçmesi ve aynı taktikle karşı atak girişiminde bulunması, karşısındaki rakibin büyüklüğünü ve onun ne kadar ciddiye aldığının kanıtı biçiminde okunabilir.


Siyasal kanatta bu gelişmeler yaşanırken, Orta Avrupa'da büyük ölçekli sanayi ekonomik etkilerini göstermeye başlamıştı. Dokuma tezgâhlarına ve kömür madenlerine giren makineleşme, imalatın diğer dallarına da yayıldı ve ulusun ekonomik yaşamın tü­münü etkileyen baskılar oluşturmaya başla­dı. Demiryollarının, buharlı gemilerin, daha büyük karayollarının ve daha iyi kanalların yapılmasıyla ulaşım ağı düzeldi. Fonlar, hükümet bonoları ve ticaret girişimlerinden imalat kuruluşlarına yöneldi. Serveti, sanayi etkinliklerinden gelen yeni bir orta sınıf oluşmaya başladı. Bu sınıfın giderek artan ekonomik önemi, onu daha fazla siyasal etkinlik ister duruma getirdi. Viyana Kongresi'ni izleyen dönem­de nüfus bileşimindeki önemli değişiklikler, sanayi ile önceki üretim biçimleri arasındaki çelişkiyi pekiştirdi. Alman Konfederasyonu nüfusunun büyük kesimi kırsal alanlarda yaşamayı sürdürdüyse de, kırdan kente önemli göçler olmaya başladı.

Sanayideki gibi tarımda da yeniden düzenleme sıkıntıları baş gösterdi. Elbe'nin doğusunda serfliğe (köleliğe) son verilmesi, kır proletaryası tarafın­dan ekilip biçilen, soylulara ait büyük mülkler doğurmuştu. Prusya'da serflilerin azad edilmesi, Junker'lere, küçük çiftçilerinkileri de alarak kendi topraklarını geniş­letme olanağı vermişti. Bunun sonucunda, Hohenzoller Krallığı'nın doğusundaki köyler, soyluların ekonomik, toplumsal ve siyasal egemenliği altına girdi. Pomeranya, Brandenburg, Silezya ve Doğu Prusya'nın efendileri tarımı denetliyor, orduyu ve bü­rokrasiyi yönetip sarayı etkiliyordu. Elbe'nin batısında ise temel sorun toprak­sızlık değil, nüfus fazlalığı idi.

Ren ve Tuna boyunca soylular çok yüksek paralar karşılı­ğında köylülere toprak mülkiyeti vermekten yanaydı. Bu da çiftçileri ağır bir mali yük altına sokuyordu. Kırsal nüfusun çoğu, yoksulluktan kaçışın yolunu Yeni Dünya'ya göçmekte buldu. Kalanlar ise hızlı nüfus artışı karşısında, toprakların artık verim alınamaz ölçüde bölünmesinin zorluklarını yaşadılar. Sanayide iş bulamayan fakirleş­miş köylüler arasında huzursuzluk arttı.

Tüm bu politik, ekonomik ve toplumsal gelişmeler karşısında Alman Konfederasyonu'nun siyasal yapısı, zanaatçıların sanayiye karşı mücadelesi, toprağa aç köylülerin hoşnutsuzluğu ve çok sayıda devletçiğin varlığının doğurduğu sıkıntılardan bunalan işadamlarının şikâyetleri ile sarsılmaya baş­ladı. Bu koşullar altında Orta Avrupa burjuvazisinin gittikçe liberalizm ve milli­yetçiliğe yönelmesi doğaldı. Kurulu düzen, iş adamlarının isteklerini karşılamak için önemli bir girişimde bulundu. Devletlerin en önemlilerinden bazılarının Prusya ile yaptığı anlaşmalar sonucunda, Orta Avru­pa'nın tam merkezinde oldukça büyük bir serbest ticaret bölgesi oluşturarak 1834'te, Alman Konfederasyonu devletle­rinin çoğunu kapsayan Gümrük Birliği (Zollverein) kuruldu. Yaklaşık 25 milyon Alman için Gümrük Birliği, siyasal birleşmenin yardımı olmadan sağlanan bir ticaret birleşmesinin gerçekleşmesi demekti. Ayrıca Prusya hü­kümeti, Orta Avrupa'nın egemen gücü olmak için Avusturya ile mücadelesinde yeni ve güçlü bir silah da kazanmış oluyor­du. Bu noktada gene ikili kutuplaşmaya giden bir çıkar planı görülmektedir.

Fakat Gümrük Birliği, orta sınıfın ekonomik bütünleşmeye ilişkin en acil isteklerine kar­şılık vermekle birlikte, gevşek bir konfede­rasyonun yol açtığı maddi sakıncaların tü­münün üstesinden gelemedi. Varlıklı ve eğitilmiş kesimin yakınmaları sürerken, kitleler toplumsal dağılmanın yarattığı baskılar altında gitgide daha huzursuz bir konuma geldiler.

Alman Konfederasyonu'ndaki bu yaygın hoşnutsuzluk, 1840'ların sonunda büyük bir patlamaya dönüştü. Büyük ekonomik bunalım, sanayideki geliş­meyi durdurmuş, kentlerde işsizliği artırmış­tı. Kötü hasat mevsimlerinin birbirini izle­mesi de geniş bir alanda büyük bir kıtlığa yol açmıştı. Orta Avrupa'da 4O'lı yıllarda görülen açlık, sanayi ve tarımdaki makineleşmenin doğurduğu işsizliğe ekle­nince, yoksul sınıflan açık başkaldırıya itti. Birçok ülkede açlık yüzünden önce tekil ayaklanmalar görüldü; ama 1848 başında Paris'teki Şubat ayaklanmasıyla Kral Louis-Philippe'in devrilmesi, Almanya’da da devrim yanlılarına cesaret verdi. (Heinrich A. Winkler, 2006:30)


Alman Konfederasyonu'na bağlı hükümetlere karşı da genellikle ılımlı, ama Berlin'de olduğu gibi bazen de kanlı ayaklanmalar patlak verdi. Baskıcı rejimin hükümeti istifa edince olayların daha da zirveye tırmanmasını önlemek için prensler muhalefetle barış yolunu seçtiler. Bakanlıklara ünlü liberaller getirildi, kişi hakları ile yasama organının yetkilerini koruyan siyasal reformlar yapıldı. En göze çarpan girişimlerden biri olarak Almanya'nın tümünü temsil eden bir ulusal meclisin oluşturulması ve böylece ulusal bütün­lüğün sağlanması çabaları gösterilebilir. Ayaklanmalar yatıştıktan sonra seçimler ya­pıldı ve Frankfurt Ulusal Meclisi 18 Mayıs'ta toplanarak özgür ve birleşik bir Almanya kurmak amacıyla hazırlıklara başladı. Al­manya'nın bölünmüşlüğüne karşı uzun sü­redir mücadele edenler, birkaç hafta içinde Orta Avrupa'da siyasal ve sosyal yaşamın temellerini yeniden kurarak kendilerini ik­tidarda buldular.

Fakat, başa gelen muhalefetin kendini hazırlıksız yakaladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Elde edilen seçilmiş meclis gücünden nasıl yararlanılacağı konusunda, liberallerle radikaller arasında ciddi görüş ayrılıkları vardı. “Demokratik mi olalım Birlik mi olalım?” sorunsalı da kendi içinde birliğin nasıl sağlanacağı konusunda temel anlaşmazlık noktalarından birini oluşturuyordu : ‘İmparatorluğun hanedan gücünü sağlamış olan Avusturya mı, yoksa siyasal gücü ve merkezî konumuyla Prusya'nın mı yönetimde önder olacaktı?’ Winkler Almanya’dan bir ulus devlet ve aynı zamanda bir anayasa devleti yapma’ya niyetlenenlerin içine düştüğü açmazı şu sosyolojik saptamalarla özetlemektedir:

“Ulusal yapısı burjuvaziye oturulmuş Fransa’dan farklı olarak Almanya için birlik ve özgürlük isteyen bir kimse ise, neyin Almanya’ya ait olması gerektiğini önceden açıklamak zorundaydı. Ulusal bir Alman devletinin, Habsburg monarşisinin Almanca konuşulan kısmını kapsamak zorunda olduğu, ilk serbest seçilen mecliste önceleri tartışmasız kabul ediliyordu. İlk olarak 1848 sonbaharından sonra milletvekillerinin çoğunluğunda, Tuna kıyısındaki çok uluslu imparatorluğu parçalamanın, güçleri dahilinde olmadığı görüşü hakim oldu. Yani, Avusturya ile birlikte büyük bir Alman ulusal devleti için geçit olmadığından, ancak Avusturyasız ve küçük bir Alman ulusal devleti mümkündü. Bu da şu anlama geliyordu: Tacı atalarından devralmış Prusyalı bir imparatorun yönetiminde bir imparatorluk.”


Görüldüğü üzere ne monarşi, ne seçilmiş meclis Alman siyasal yapısına istikrar sağlayamıyordu.


Diğer bir taraftan, taşrada gitgide yoksullaşan ve makineli üretime karşı korunma isteyen işçi-köylüler ile kazandığı siyasal gücü, girişim özgürlüğüne dayalı bir sanayi kapitalizmini yerleştirme yönünde kullanmak isteyen burjuvazi arasında da ikiye bölünmüşlüğün çatışmaları mevcuttu.


Siyasi hesaplaşmasını mecburen seçim sonrasında meclis çatısı altında yapan Frankfurt Meclisinin destekçileri ve otoritesi gün geçtikçe azaldı. Bu sırada Devrim sonrası sar­sıntıdan kurtulan sağ kanattaki güçler de bir karşı­devrim hazırlığına girişmişlerdi. 1849 baharında nihayet görüşmeleri­ni tamamlayan Frankfurt Meclisi, halk tara­fından seçilecek bir meclisle yetkileri sınır­lanmış bir imparatorun başında bulunduğu federal bir birlik öneren anayasa taslağını ortaya koydu ve İmparatorluk tacı Prusya kralı Friedrich Wilhelm IV’e önerildi. Yetkilerinin çok kısıtlı olduğu gerekçesiyle bu liberal anayasa öne­risi kral tarafından reddedilince, devrimci akımın son şansı da başarısızlıkla sonuçlandı: “Almanlar’a ne birlik ve ne de özgürlük gelmişti.” (Heinrich A. Winkler, 2006:31)


1850'lere gelindiğinde liberallerin başaramadığı birlik sağlama girişimini, bu sefer muhafazakâr devlet adamları üstlendi. Geçmişten bu yana iktidar çekişmeleri süre gelen Prusya ve Avusturya iktidar tutumlarından taviz vermeden, Almanya topraklarını bir yanda Prusya Birliği, öbür yanda da Alman Konfederasyonu arasında ikiye bölünme aşamasına, nerdeyse bir iç savaş tehlikesine kadar getirdiler. Bu gerginlik Prusyalıların da Kasım 1850'de Alman Konfederasyonu'nun yeni­den kurulmasını kabul etmeleriyle son buldu; yani eski düzen, bütün çıkmazlarıyla yeniden kurulmuş oldu. Tarihe gericilik dönemi olarak geçen bu süreçte Alman Kon­federasyonu, devrimin açıkça ortaya koyduğu reform gereksinme­lerine kayıtsız kaldı.

Fakat 50'li yıllar siyasal açıdan bu kadar sönükken, öte yandan Orta Avrupa'da sanayi kapita­lizminin büyük yükselişi bu dönemde ger­çekleşmesiyle ekonomik açıdan bir o kadar önemli yıllar oldu. Siyasal ve toplumsal reformlarda başarısız kalan ulusal birikim, bütün gücünü maddi ilerlemeye sevk etti. Gümrük Birliği için­deki sanayi üretimi ve dış ticaret hacmi on yıl içinde iki kat arttı. Fakat bu parlak dönem, Amerika'dan ve Avustralya'dan altın akışıyla da körükle­nen enflasyonist ve spekülatif eğilimler sonucunda 1857'de bütün kıtayı etkileyen bir mali çöküşle noktalandı.

Kırsal nüfusun hâlâ çoğun­lukta olmasına rağmen Almanya, sanayi öncesi ekonomik yapıyı geride bırakmıştı; artık sanayileşme ve kentleşme süreci, dönüşü olmayan bir yola girmişti. Bu durumun kaçınılmaz olarak, siyaset üzerinde de belirgin bir etkisi oldu. Ekonomik güç tarımdan imala­ta, kırdan kente ve aristokrasiden burjuva­ziye kaymayı sürdürdükçe, siyasal gücün de yeniden bölüşülmesi yönündeki baskılar ağırlık kazandı.


19. yüzyılın altmışlı yıllarında ise Almanya’nın birlik-özgürlük ikileminde ağır basan taraf bu sefer “birlik” oldu. Bu durum, Prusya Başbakan’ı Otto von Bismarck’ın, onunla Alman sorunsalını kendi tarzına göre çözdüğü “yukarıdan devrimin” sonucu olarak yorumlanmaktadır. Bismarck içerdeki siyasal güç sorusunu 1862–1866 arası yıllardaki Prusya anayasal çekişmesi yoluyla, yürütmenin yararına ve meclise karşı olarak çözdü. Dış siyasal güç sorununu 1866’daki savaş yoluyla (Avusturya’yı dışarıda bırakarak) küçük Almanya doğrultusunda ve 1870/71’deki Alman-Fransız savaşında, o zamana dek bir Alman ulusal devletinin oluşturulmasına karşı en büyük dış engel olan III. Napolyon’un Fransa’sına karşı kazanılan savaşla çözmüş oldu. (Heinrich A. Winkler, 2006:32)


1870/71’de Fransa’ya karşı zafer, İkinci Alman İmparatorluğu’nun kurulmasını ve I. Wilhelm’in, Versay’da imparatorluğunu ilan etmesini sağladı. Bismarck başbakan olarak kaldı ve aynı zamanda İmparatorluk Şansölyesi oldu. Yeni İmparatorluk (Reich), dört kral­lık, beş grandüklük, 12 düklük ve prenslik ile üç bağımsız kentten (Hamburg, Lübeck ve Bremen) oluşuyordu.

1848’deki Mart Devrimi’nin en azından bir amacına, Birlik’e, geç de olsa ulaşılmış olmuştur. Fakat meclise karşı sorumlu bir hükümet ile gerçekleşmesi umulan özgürlük talebi liberallerin isteğine göre çözülemezdi. Çünkü meclisleşme süreci, hem Prusya’nın muhafazakâr omurgasının – hanedanının, ordusunun, derebeylerinin, yüksek memurlarının– çıkarıyla, hem de Bavyera, Saksonya ve Württemberg gibi diğer Alman devletlerinin çıkarlarıyla temelden çelişiyordu. Bu devletler ellerinde Federal Konsey ile, Alman İmparatorluğu’nda yürütme gücünün önemli bir bölümünü oluşturan bir yapıya sahipti ve iktidarın doğası gereği bu güçten Federal Meclis yararına fedakarlık yapmak istemiyorlardı.

Bu çekişmeler içerisinde İmparatorluk Meclisi – sınırlanmış haklarla –seçilmiş halk temsilciliği olarak yeniden kuruldu. Ardından meclis Kuzey Alman­ya Konfederasyonu'nun 1867 anayasasını, imparatorluk anayasası olarak kabul etti. Fakat kabul edilen anayasanın zayıf yanı, meclisin yürütme üzerindeki yetkilerinin yeterince tanımlanmamış olmasıydı. "Sorumlu" ol­duğu belirtilen şansölyenin kime karşı so­rumlu olduğu belli değildi; Bismarck, impa­ratora karşı sorumlu olduğunu ileri sürer­ken, liberaller sorumluluğunun meclise karşı olduğu görüşündeydi.

Öte yandan meclisin yapısına bakıldığında, temsilcilerin 25 yaşını doldurmuş erkekler için genel ve eşit seçim hakkı temelinde seçildiğini görmekteyiz. Winkler’e göre bu durum “Almanlar’a, o zamanlar İngiltere ya da Belçika gibi liberal örnek monarşilerin vatandaşlarının sahip olduklarından daha fazla demokratik haklar vermekteydi.” Bu nedenle, 19. yüzyılda Almanya’da seçim hakkının nispeten erken, idari sisteminse geç demokratikleştirildiği, eş zamanlı olmayan bir demokratikleşmeden söz edilebilir.


1871'den 1879'a değin, ulusal libe­raller mecliste iktidar partisi gibi dav­randılar ve imparatorluğun ilk dönemini büyük liberal reformlar çağına dönüştürdü­ler. Almanya, tek tip hukuka, tek tip paraya ve tek tip yönetime kavuştu. İmparatorluk bankası kuruldu; serbest giri­şim ve serbest dolaşım önündeki engellerin çoğu kaldırıldı, limitet şirketlere ve ticari ortaklıklara izin verildi. 1874'te basın özgür­lüğü tanındı ve 1900'lere gelindiğinde tüm imparatorlukta geçerli olabilecek bir yurt­taşlar yasasının hazırlıkları başlatıldı. En önemlisi, 1873'te yerel yönetim özerkliğinin sağlanmasıydı. Böylelikle kentler, genellik­le büyük toprak sahiplerinden biri olan Landrat'lann denetiminden kurtuluyor, dünyada Almanya'nın öncülük ettiği yerel yönetimlerin gelişme yolu açılıyordu.

Önce eğitim-din çatışması sebebinden Katolik Kilisesi ile arası bozulan Bismarck’ın, sonraki yıllarda liberallerin kesesine dokunan ekonomik düzenlemeler yüzünden Ulusal Liberaller'le de arası açıldı Böylece, Bismarck 1879'da, Merkez Partisi'yle işbirliğine yöneldi ve saldırılarının bir sonraki hedefi sosyal demok­ratlar oldu. Üyeleri hâlâ meclis çatısı altında olan parti, yasa dışı ilan edildi. Öte yandan, 1880'lerin ilk yıllarında Bismarck, işçileri devletten yana çekebilmek için sosyal gü­venlik önlemlerini geliştirdi. 1883'te bir sağlık sigortası yasası, 1884'te zorunlu kaza sigortası yasası çıkartıldı, emeklilik aylığı getirildi.


1871’de İmpa­ratorluğun kurulmasından sonra, dış politikada tam bir tarafsızlık tutumu sergileyen Bismarck, komşu ülkelerle yaptığı, kimi zaman çelişkili görülen barış ve güvence anlaşmalarıyla da ülkede tam bir güvence ortamı sağlamayı başardı.

1988 yıllarında önce kendini destekleyen İmparatorların ölümü, sonrasında da 1890'da siyasal ortaklarının genel seçimleri kaybetmesi Bismarck'ın sarstı ve Demir Şansölye 1890'da istifa etti.


1890’dan 1. Dünya savaşı arifesine kadar Almanya’da yaşanan önemli gelişmeler şöyle sıralanabilir:




  • 1898 ve 1900'de çıkartı­lan donanma yasaları ile Alman deniz gücü hızla gelişmeye başladı ve bu durum İngiltere ile dostluğun bozulmasının ana sebeplerinden biri oldu. Donanma projesinin sa­vunucularına göre, büyük bir devlete büyük bir donanma gerekirdi. Bu donanmanın kurulması, demir çelik sanayisi için de düzenli iş demekti. Çok büyük ölçekte ele alınan bu projenin iki önemli etkisi olmuştur: Birincisi, 1909'a gelindiğinde, İngiliz Krali­yet Donanması ile neredeyse eşit bir güce erişilmişti ki bu, İngiltere'de endişe uyandırmaya yeterli bir nedendi. İkincisi, donanmaya mali kaynak sağlan­ması sorunu, dolaysız vergiden yana olan Merkez Partisi ile, dolaylı vergileri savunan muhafazakarların arasını ciddi biçimde açtı. Sonuçta, bütçe muhafazakarların isteğine göre düzenlendi ve donanmanın kaynakları büyük ölçüde devlet borçlanması ile sağlandı. Sonuçta, I. Dünya Savaşı sırasında Alman ekonomisinin temel özelliği olacak enflasyonist eğilimle­rin de ilk adımı atılmış oldu.






  • 1905'te Fas'ı ziyareti sırasında II. Wilhelm, Almanya'nın, Fransa'dan bağımsızlığını kazanmaya çalışan Fas'ı desteklediğini ilan etmesi I. Fas Bunalımını doğurdu.



  • İngiliz-Alman ilişkileri de giderek kötüleşti ve Almanya'nın giderek genişleyen donanma programına yanıt olarak, 1909'da İngiltere de kendi gemi inşasına hız verdi. İlişkilerin gerginliği bunalım noktasına çıktı.






  • 1908'de Bosna-Hersek'in Avusturya-Macaristan tarafından alınmasını desteklenince, Rusya ile de ilişkiler bozuldu.



  • 1911 yılındaki II. Fas Bunalımı Almanya, Kongo'nun bir bölümünü kazandırmakla birlikte, uluslar­arası gerilimin artmasına büyük katkıda bulundu.

  • Savaştan hemen önceki yıllarda, Alman iç politikası ise tamamen tıkanmış durumdaydı.






  1. Dünya Savaşı




Temmuz 1914'te, Avusturya arşidükü Franz Ferdinand'm öldürülmesi ile başlayan bunalım, Alman devlet adamlarını hazırlıksız yakalamış, Avusturya-Macaristan'ın yanında yer alıp almama konusunda karar vermeye zorlamıştı. Avusturya'ya, Sırbistan'a karşı harekete geçme izni verirken de, olası bir Rus müdahalesi karşısında Avusturya'yı desteklemeyi üstlenirken de savaşı seçtikle­rinin farkında değildiler.

Alman genel kurmay başkanı Helmuth von Moltke, Al­manya'nın tek şansının, Ruslar hazır olma­dan Fransa'yı yenik düşürmek olduğu görü­şündeydi. Rusya'da seferberlik ilan edildiği­ne göre, Almanya hiç vakit yitirmeden hem Fransa'ya hem de Rusya'ya savaş ilan etmeliydi. Hükümet bu savaşa fazla karşı çıkamadı ve sonunda, İngiltere'nin Alman­lara karşı savaşa girmesine yol açan Belçika harekâtını onayladı.


Savaşın kısa süreceğine inanan Alman Yüksek Komutası’nın planları kısa sürede bozuldu: Paris'i ele geçiremeyen Al­manya, Belçika ve Kuzey Fransa boyunca uzanan bir hattı tutmak zorunda kaldı. Ama Rusların Tannenberg'de yenilmesi, Alman­ya'ya, savaşın görünüşteki amacı olan gü­venliği sağlamıştı. 1917 yazına değin her an, statükoya dayalı bir barış anlaşması için görüşme masasına oturabilirdi. Ama Alman sanayisinin gelişimini baltalayacak ve ülke içinde siyasal bir devrime yol açabilecek böyle bir barışın o günlerde Almanya tarafından kabul edilmesi olanaksızdı. Moltke'den sonra Genel Kurmay başkanı olan Erich von Falkenhayn, Batıdaki İngiliz-Fransız saldırılarını etkisizleştirmeyi başar­dı; doğuda da Galiçya'ya giren Ruslar geri püskürtüldü, Sırbistan alındı (1915 sonba­harı). Osmanlı Devleti'nin (1914) ve Bulga­ristan'ın da (1915) Müttefiklere katılması ile Almanya, Basra Körfezi'ne kadar uzanan bir kara bağlantısı elde etmiş oldu. Böylece, savaşın ikinci yılında Almanya, kaynakla­rını ciddi biçimde harekete geçirerek orga­nize olmuştur.

Fakat 1916'da, Almanları da Fransızlar kadar yıpratan Verdun Savaşı (şubat-haziran) uzayınca ve Jutland deniz savaşında İngiliz Donanması’nı çökertme planı başarısızlıkla sonuçlananınca Falkenhayn görevden alındı, yerine getirilen komutanlarla orta yolcu bir barış sağlama olasılığı ortadan kalktı ve Almanya'da ciddi bir siyasal bunalım ortaya çıktı.

Ocak 1917'de, sınırsız denizaltı savaşı başlatma girişimi, hem İngiliz konvoy sistemi ile başarısızlığa uğratıldı, hem de Amerika Birleşik Devletleri'ni (ABD) Almanya'ya karşı savaşa girmesine neden oldu. 1916-17 kışında yiyecek sıkıntısı ve savaş yorgunluğu başladı. Rusya'da Şubat 1917'de patlak veren devrim, Almanya'da, da sol eğilimlerin canlanmasına yol açtı. Merkez Partisi savaşa şiddetle karşı çıkarak bundan siyasal yarar sağlamaya çalıştı.


Alman İmparatorluğu, bir yıl daha bir başarı yanılsamasıyla oyalandı; batıdan ge­len saldırılar önlendi, 1917 Ekim Devri­mi'nden sonra, Rus birlikleri de dağıldı. Bolşevikler'in imzaladığı Brest-Litovsk an­laşması ile Rusya 56 milyonluk bir nüfusu, demir üretiminin yüzde 79'unu ve kömür üretiminin yüzde 89'unu yitirdi. Mayıs ayın­da Romanya, Almanya'ya ekonomik ba­kımdan boyun eğmesi anlamına gelen bir barış antlaşmasını kabul etti. Böylece bir­kaç ay için Almanya, Ren'in doğusundaki Avrupa'yı bütünüyle ekonomik egemenliği altına almış oldu. Fakat asıl savaşın sonucunu, batıdaki zaferi kimin kazanacağı belirleyecekti. 1918'de imparatorun şerrine rağmen "İmparator'un Savaşı" olarak adlan­dırılan bir saldırı ile nisanda İngilizler, mayıs sonunda da Fransızlar yenildi; fakat bu galibiyetler gene de belirleyici zaferler değildi. Temmuzda Fransızlar karşı saldırıya geçildiğinde, İngilizlerin toparlanmış, Bulgaristan'ın çökmüş olması ve Avusturya-Macaristan'ın da çökmek üzere oluşu, Almanya’yı acilen bir ateşkes istemeye mecbur bıraktı. Ocak 1918'de On Dört İlke'yi açıklamış olan ABD başkanı Wilson'la ilişki kuruldu.


Ekim ayında siyasal önderlere savaşın kaybedildiği bildirildi. Kasım başında Osmanlı Devleti ve Avusturya da teslim oldu. 4 Kasım'da Al­manya'da devrim patlak verdi; II. Wilhelm'in tahtı bıraktığı ilan ederek Hollan­da'ya kaçtı. 11 Kasım'da ateşkes imzalandı. Sosyal demok­rat Philipp Scheidemann, Sovyet cumhuriyeti ilan edilmesini önlemek amacıyla 9 Kasım'da cumhuriyet ilan etti. Ocak'ta bir kurucu meclis toplama hazırlıklarına girişti. Bu arada çalkantılar giderek arttı, 6-15 Ocak arasında Berlin'de sokak çatışmaları­na dönüştü. Sonuçta, toplumsal devrim yenilgiye uğramış, İmpa­ratorluk Almanyası'nın ekonomik düzeni ile askeri değerlerini koruyacak bir cumhu­riyetin yolu açılmıştı.

Winkler’in ifadesine göre “1918/19 Alman Devrimi, dünya tarihinin büyük ya da klasik devrimleri arasında sayılamaz.” Çünkü, Fransız Devrimi ya da Rus Ekim Devrimi tarzındaki gibi kökten bir siyasi ve toplumsal kırılma için, “1918 dolaylarındaki Almanya fazla ‘modern’ sayılırdı. Ulusal düzeyde yaklaşık yarım yüzyıldır erkeklere genel eşit seçim hakkı tanıyan bir ülkede devrimci bir eğitim diktatörlüğünün oluşturulması değil, ancak daha fazla demokrasi söz konusu olabilirdi.” (2006: 33)


Ulusal Meclis, 6 Şubat 1919'da Weimar'da toplandı, Ağustos 1919'da kabul edilen yeni anayasayla kurulan cumhuriyet­te federal yapı korunmakla birlikte merkezî hükümet, imparatorluk dönemine oranla çok daha güçlü duruma getiriliyordu. İmparatorluk’tan Weimar Cumhuriyeti‘ne geçişte sağlanan bu devamlılık dikkate çekiciydi. Halk tarafından seçilen İmparatorluk Başkanı makamı öylesine kuvvetli yetkilerle donatılmıştı ki, daha o zamanlar bir “imparator yedeğinden” ya da bir “yedek imparatordan” söz ediliyordu. İmparatorluk’tan ahlaki olarak da bir kopma olmadı. (Winkler, 2006: 33)


Yeni Alman Cumhuriyeti demokratikti, ama sosyalist değildi. Denetimi giderek daha küçülen bir grubun elinde yoğunlaşan karteller ve büyük ortaklıklar gene Alman sanayisine egemendi. Sanayiyi kamusal de­netim altına almaya ve tarım alanındaki büyük mülkleri dağıtmaya yönelik kapsamlı bir programın olmayışı, iki önemli sonuç doğurmuştur: İşçi sınıfı, siyasal ve ekonomik durumunu düzeltmekle birlikte, hoşnutsuz­luğunu sol muhalefeti artırarak sürdür­düğü için hem sosyal demokratlar hem de cumhuriyetçiler zayıf düşmüştür. Bu arada eko­nomik iktidar, cumhuriyete açıkça karşı olanların ya da cumhuriyeti bir oranda desteklemekle birlikte daha otoriter yöne­tim biçimlerini yeğleyenlerin elinde kaldı.

28 Haziran'da İmzalanan Versailles Antlaşması’nın ‘barış’ koşulları ise hem toprak kaybı, hem ekonomik yükler hem de siyasal bazı kısıtlamalar açısından oldukça ağırdı:




  • Alsace-Lorraine'i Fransa'ya;

  • yukarı Silezya'yı, Posen'in çoğunu ve Batı Prusya'yı Polonya'ya;

  • kuzey Schleswig'i Danimar­ka'ya;

  • üç ufak sınır bölgesi Belçika'ya veriliyordu

  • Danzig bağımsız bir ser­best kent olacak;

  • Doğu Prusya ülkenin bütününden Polonya Pomeranyası ile ayrılacak ve,

  • Meme, Litvanya'ya verilecekti.






  • Avusturya'nın Almanya ile birleşmesi, özel­likle yasaklanmıştı.

  • Alman sömürgelerinin tümü İtilaf Devletleri'ne devredilecek,

  • Ren'in sol (Alman) ve sağ yakalannda 50 km'lik bir şerit süresiz olarak silahtan arındırılacaktı.



  • Zengin Saar bölgesi 15 yıllık bir süre için Milletler Cemiyeti tarafından yönetilecek,



kömür madenlerini ise Fransa idare edecekti.




  • Antlaşma koşullanna uyulmasını garanti­lemek amacı ile, İtilaf Devletleri birlikleri, Ren'in sol yakasını 5-15 yıllık bir süre için işgal edecekti.

  • Alman Ordusu yüz bin kişiye indirilecek, genel kurmayı dağıtı­lacak, savaş donanımı teslim edilecek ve cephane üretimi kesinlikle durdurulacaktı. Donanma da benzer biçimde kısıtlanıyor, askeri uçaklara izin verilmiyordu.

  • Savaş tazminatlarıyla ilgili karar, 1921'e değin ertelenmişti, ama Almanya, altınla 20 milyar mark değerinde bir ön ödeme yapa­cak, ayrıca mal ödemelerinde bulunacaktı.

  • Başka ülkelerle savaş öncesinde yapılan ticari anlaşmalar iptal edilecek, Almanya'­nın yurt dışındaki yatırımlarına el konacak, ticaret filosu da savaş öncesinin onda birine indirilecekti.



Anlaşmanın bu ağır koşullarla imzalanması hükümet içinde istifalara neden oldu; sosyal demokratlarla Mer­kez Partisi'ne dayalı yeni bir hükümet kuruldu, fakat müttefiklerin bu ölçüde küçük düşü­rücü bir barış antlaşmasında ısrar etmesi, cumhuriyet rejimini ciddi biçimde zayıflattı.

Öyle ki “Alman ordusunun savaşı yitirmediği ama cumhuriyetçiler, sosyalistler ve Yahudiler tarafından arkadan vurulduğu efsanesi” cum­huriyetin düşmanlarınca gitgide benimseni­p, yıpratma politikası olarak kullanılıyordu.

Savaş sonrası Alman ekonomisinin düştüğü felaket durumu da ayrıca detaylı incelenmelidir:


1920-23 arasındaki bunalım yıllarında iki işçi ayaklanması daha oldu. Ama asıl tehlike sol kanattaki sosyal demokratlardan değil, sağ muhafazakârlardan yöneliyordu. Dışarıdan askeri darbe girişimleri bir yana meclis çatısı altındaki milli­yetçiler sürekli olarak cumhuriyete saldırı­yordu; ama kuzeydeki Alman Irkçı Özgür­lük Partisi ve Adolf Hitler'in Münih'teki Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne göre bu saldırılar bile yetersizdi. Yahudi düşmanlığını, anti-komünizmi ve ateşli milli­yetçiliği yapısında birleştiren ve cumhuriyeti devirmeyi amaçlayan bu gruplara yakın çeşitli paramiliter örgütler de vardı. Kışkır­tıcı çetelerden oluşan bu yeraltı dünyası, Nazi hareketini güçlendiren verimli bir toprak oldu.


İtilaf Devletleri Tazminat Komisyonu, 27 Nisan 1921'de Almanya'nın ödemesi gere­ken tazminat miktarını 132 milyar altın mark olarak belirledi.


Savaşı hemen izleyen yıllarda, yüksek tazminat ödemelerini gerçekleştirmek ve bütçe açıklarını kapatmak amacıyla karşılıksız para basımının yol açtığı enflasyon olağanüstü boyutlara ulaştı. 1922 yılı içinde, 1 ABD dolarının karşılığı 162 marktan 7.000 marka yükseldi. Durum, Fransızları Ruhr'u işgali ile daha da ciddileşti. Hükümet, Fransızların ve Belçikalıların madenleri ve fabrikaları çalıştırma girişimlerine karşı pasif direni­şe geçilmesini istedi ve tazminat amacıyla yapılacak tüm nakliyatı durdurdu. İşgal kuvvetleri buna, kitlesel tutuklamalarla ve yalnızca Ruhr'u değil, işgal altındaki Ren bölgesinin büyük bölümünü Almanya'nın bütününden koparan bir ekonomik ambar­goyla karşılık verdiler.

Bu, 1921'de yapılan plebisit sonucunda ve Milletler Cemiyeti karan ile yukarı Silezya'nın kömür madeni ve sanayi alanlarını da yitirmiş olan Alman ekonomisi için gerçek bir felaket oldu. 1 Temmuz 1923'te 1 ABD doların değeri 160.000 markken, 20 Ka­sım 1923'te 4.200.000.000.000 mark oldu. Ticaretin yerini takas aldı ve açlık yüzünde yer yer ayaklanmalar baş gösterdi.


Bu kaos ortamından en çok aşırı uçtaki partiler yararlandı.

Almanya’nın takip eden 20’li yıllarda toparlanması Stresemann sayesinde gerçekleşti: enflasyon sorununa el atıldı, karşılığında ülkenin bütün sanayi ve tarımsal kaynakları­nın ipotek edildiği yeni bir para birimini olan Rentenmark azar azar piyasaya sürülmeye başlandı. Mali denge giderek rayına oturdu ve Ağustos 1924'te merkez bankası (Reichs-bank) hükümet denetiminden bağımsız hale getirilerek değeri 1.000.000.000.000 eski marka eşit yeni bir para birimi, Reichsmark çıkarıldı. Çoğunluğu kısa vadeli borç biçi­minde olan yabancı yatırımlar Almanya'ya yeniden akmaya başladı. Sanayi yeniden donatıldı, üretim hızla gelişti ve işsizlik azaldı. Tazminatlar sorunu, Almanya'nın da katıldığı bir komitenin çalışmaları sonucun­da, 1929'da kesin olarak çözüme bağlandı.

Bu dönemde işgal kuvvetleri de kademeli olarak ülkeden çekildi. Ocak 1927'de itilaf Devletleri Askeri Denetim Komisyonu ül­keden ayrıldı. Tazminatlar konusunda an­laşmaya varılması üzerine Haziran 1930'a değin Ren bölgesinin tümüyle boşaltılacağı sözü verildi.


Fakat, Parlamenter demokrasi olarak Weimar demokrasisi yalnızca on bir yıl yaşayabildi.1920'lerin sonunda Almanya'da görülen gelişme, büyük oranda yabancı krediye bağlıydı. Ama bu krediler, daha 1929'da geri çekilmeye başlanmıştı. New York Borsası'nın çöküşü ve dünya çapında bir ekonomik bunalımın başlaması üzerine Almanya'da görülen ekonomik çö­küntü, başka bütün ülkelerde görülenden daha ağırdı. 1930 Mart sonunda sosyal demokrat Hermann Müller başkanlığındaki son çoğunluk hükümeti, işsizlik sigortasının iyileştirilmesiyle ilgili bir tartışmadan ötürü dağıldı. Bunalımın kısa dönemli siyasal etkisi, gerek solda gerekse sağda aşırı partileri destekleyenlerin önemli ölçüde artması oldu. 14 Eylül 1930’daki parlamento seçimlerinde Adolf Hitler’in nasyonal sosyalistleri (NSDAP) en güçlü ikinci parti konumuna yükseldi.



Dipnotlar:

(1) Tatsachen über Deutschland, Editor: Peter Hintereder, Frankfurter Societäts-Druckerei GmbH 2006 (‘İşte Almanya’ isimli Türkçe versiyonu sf:36)
(2)1960-1815 ve 1815- 1930 arasında anlatılan Almanya tarihi genel noktalarında Ana Britannica : Genel kültür ansiklopedisinden yararlanılmış, yer yer alıntı ve özet yapılmıştır.


Makalenin devamı için >>>

8 Nisan 2008

Dışavurumcu Alman Sinemasının Kökenleri-2

DIŞAVURUMCULUK AKIMI

Ekspresyonizm olarak da bilinen akım, aşırı öznellikle şiddetli duygulara yer veren ve herhangi bir alanda anlatım olanaklarının sınırım zorlayan sanat akımı olarak tanımlabilir(3). 1900-35 arasında özellikle Orta Avrupa'da gelişen akım, doğayı ve toplumu nesnel bir bakış açısıyla betimlemeye karşı çıkarak, öznel ya da içsel gerçeğin yansıtılmasını savunmuştur. Yeni düzen arayışları sonucu ortaya çıkan Dışavurumculuk yalnız şiir ve resmi değil, düzyazım, mimarlık, tiyatro, müzik, bilim, üniversite ve okul reformlarını da yakından etkilemiştir.

“ ‘Alman sineması’ akla 1920'leri, dışavurumculuğu, Weimar kültürünü ve Berlin'in Avrupa'nın kültür mer­kezi olduğu zamanları akla getirir.”, diyor Thomas Elsaesser sessiz sinemanın Almanya yıllarına dair kaleme aldığı incelenmesinde. Dışavurumculuk Orta Avrupa’nın özellikle bu coğrafyasında sanat dallarının hemen hemen hepsinde etkili olmasıyla, hem sanatın bizzat kendisinde hem de toplumda kabul edilmiş norm ve geleneklere başkaldırı niteliğine bürünmüştür. Alman dışavurumcuları, yüzyıllardır imparatorluk, askeri ve siyasi otorite çemberi altında baskı görmüş olan, toplum dışına itilmiş yoksulların, ezilmişlerin, akıl hastala­rının, sokak kadınlarının ve eziyet edilen gençlerin yanında yer almışlardır.(4)

Dışavurumculuk bir akım olarak Alman­ya'da I. Dünya Savaşı öncesinde gelişmeye başladıysa da asıl etkinliğini savaştan sonra kazanmıştır. (Abisel, 1989:152). Bu bağlamda, dışavurumculuğu öncelikle, büyük bir sarsıntı olarak yaşanan toplumsal bunalım çerçevesinde incelemek gerekir. 20.yy. başında, burjuvazi son asırda kazandığı ekonomik gücünün doruğundayken, tarihsel süreç bölümünde de bahsettiğimiz gibi, kabul ettirmeye çalıştığı ekonomik çıkar güden ‘sözde’ liberal değerler, Birinci Dünya savaşının ve 1917 devriminin getireceği değişiklikleri öngören bireylerin kabul ettiği değerlere ters düşmektedir. (Günaydın, 1997:106)

1914 savaşı sonrası daha da derinleşecek olan Alman tarihinin büyük toplumsal bunalımı, idealist başkaldırıları, içinde bulunduğu huzursuzluk, toplumun içinde düşürüldüğü karşıtlıklarla dolu ortamından kaynaklanmaktadır. Savaş sonrası bütün Almanların içinde bulunduğu bu ruhsal çöküntü durumu, halkı o güne dek körü körüne inanılan ve uğrunda savaşa gidilen olgulardan ve kavramlardan koparmıştır. (1997:106) Örneğin, dışavurumcu tiyatro oyunlarının çoğunda, çocukla­rın ana babalarını suçladıkları, sık sık saldırıya ve öldürmeye varan şiddet eylem­lerine de başvurarak bağımsız bireyler ol­duklarını kanıtlamaya çalıştıkları sahneler yer almasının nedeni buna bağlanabilir. Bu oyunlarda başkarakter (ya da yazarın kendisi), genellikle uzun monologlarla ruhunu açığa vurmaktadır ve bu monologlarda açık ifadelerden ziyade dışavurumcu bir "çığlık"ın duyulabilmesini sağlayacak, kesin olmayan bir dil kullanılmıştır. Öte yandan aileyi ya da toplum kurallarına boyun eğen kişileri temsil eden ikincil karakterler ise genellikle birer kukla olmaktan öteye geçememiştir.(5). Sinemadaysa Alman filmleri, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından, -müttefiklerin boykutuna rağmen,- New York, Londra gibi büyük kentlerde seyirci karşısına çıktıkları gösterimlerde hayret karşılandıklarında kamera kullanımı, aydınlatma ve stilize dekorları gibi teknik özelliklerinin yanı sıra kaderi, ölümü, suçu ve "ben"in derinliklerini ele alan temalarıyla izleyenleri etkilemiştir. (Abisel, 1989:151-52)


Kendisini oluşturan tarihsel ve toplumsal koşullara kısa bir giriş yaptığımız dışavurumculuk sinemasından önce, Alman sinemasının tarihine de değinmek yerinde olacaktır.

1920'lere Kadar Alman Sineması

Almanya'da filmcilik ilk film gösterimi (1985) ve takiben ilk sinema salonu açılışıyla (1896) küçük çaplı bir ticari girişim olarak görülmekteydi. İlk yıllarda gösterilen sıradan yerli yapımların ve yabancı filmlerin yerini, 1910 yılına gelindiğinde, Fransız ve Amerikan filmlerinin aldığı görülürken, yerli yapım şirketleri, salon ve seyirci sayısında da artışlar vardı. (Abisel, 1989:155)

Alman sinemasının ilk on yıl boyunca Pathe tarzı komik skeçler, fil­me aktarılmış büyülü fenerler, hileli filmler ve kaynana şakalarının yanı sıra güncel olay film­leri (Berlin sokak sahneleri, askeri geçitler, denize indiri­len gemiler), vodvil ve tra­pez oyunlan (boks yapan bir kanguru, tepetaklak olan bir akrobat, bisiklet hileleri), moda gösterileri ve erotik banyo sahneleri filmlerin ana yapısını oluşturmuştur.(6)

1907'den itibaren, belli bir türsel profil göze çarpmaya başlamıştır: Çocuklar ve evcil hayvanları konu alan dramalar (Köpeği Tarafından Bulundu, 1910; Carlchen und Carlo, 1912); kadın hizmetçileri, mürebbiyeleri ve tezgâhtar kızlan konu edinen toplumsal dramalar (Heimgefunden, 1912; Madeltine, 1912); dağ filmleri (Wildschützenrache, 'Yasak bölgede avlanan avcının intikamı', 1909; Der Al-penjâger, 'Alpli avcı', 1910); denizde aşk üçgenleri (Der Schatten des Meeres, 'Denizin gölgesi', 1912), savaş ve banş zamanında askeri dramalar (İki Talip, 1910; Zvjtimal geîebt, ('Hayatta kalan iki kişi', 1911). Bu filmlerin genel karakteristiği için Elsaesser “..bu filmler ideolojik bakımdan muhafazakâr, ahlaki bakımdan gelenekçi, zevksiz, ama her şeyden önce aileye odak­lı bir toplumun göstergeleridir. Yine de filmler hantal ve genel akışı tahmin edilebilir olduklan halde, görsel mizansene epeyce dikkat edilmiştir.” yorumunu yapmaktadır. (2003:170 )

Nilgün Abisel’in yorumlarına göre de, bu filmler, esas olarak toplumun alt tabaka­larının ilgisini çekmekte, daha çok ayak takımı ve çoluk çocuk tarafından kötü şöhretli salonlarda izlenmekteydi.


1913 yılında Alman film üretimi, kendi tipik türlerini oluşturarak, artmaya başlamıştır; yapımlar arasında öne çıkanlar, gerilim dramaları ve dedektif filmleriydi. Bu filmlerde göze çarpan dış mekân çekimleri ve iç mekân kullanmaları ayrıca ışıklandırma, kamera hareketi ve kurgu ile gittikçe belirginleşen bir sinematografik üslup oturmaya başlamıştır. Halkın ilgiyle seyrettiği (yabancı dizilerden) uyarlama suç filmlerinde, araba ve taksi yolculukları, demiryolu kovalamacaları, telefon görüşmeleri yeni teknolojik ve iletişim araçlarının itici gücünü ve enerjisini ifade ediyordu. (Elsaesser, 2003:170)

1910'ların başında Alman sinemacılığını yön­lendiren iki büyük şirketten biri olan (7) Projection-Ag.'nin, Fransız yapım şirketi Film d'Art’ın yolundan gidip, dönemin ünlü oyuncularıyla işbirliği yaparak tiyatro oyunlarını ve klasik edebiyat eserlerini filmleştirmeye başlaması, seyircinin niteliğinde bir deği­şiklik yaratmıştır. Böylece, sadece alt tabakanın değil, entelektüel kesimi ve orta sınıfı da sinema salonlarına çekmek mümkün olmuştur. Ayrıca bu şirketin, Reinhardt'la (8) işbirliğine girmesi, sinemanın Almanya'daki saygınlığının artmasında en önemli etken oldu. (Abisel, 1989:155-56) Yeni yıldızların transferiyle bu ilgi canlı tutulmaya çalışıldı.


“Autorenfilm” ('yaratıcı filmi') de denilen bu türün en ateşli savunucularından biri, sinema sa­lonu sahibi ve romancı Hanns Heinz Ewers'ti. Ewers’in, dönemin Alman sinemasına en büyük katkısı Pa­ul Wegener’in oynadığı ve Danimarkalı yönetmen Stellan Rye’ın çektiği Praglı Öğrenci'ydi. (Der Student von Prag, 1913). (Elsaesser, 2003: 170) Bu filmde, aynadaki yansımasını (ruhunu) şeytana satıp karşılığında sevdiği zengin kadına ulaşarak sınıf atlamayı arzulayan bir öğrencinin öy­küsü anlatılmaktadır. “Aynadaki görüntünün ikinci bir kişi haline dönüşmesiyle öğrencinin iyimser beklentileri gerçekleşmeyecek, kötülüğün kişiliğine egemen olmasıyla birlikte şeytani eğilimlerinin güdümün­de kalan bir yaratık haline gelen öğrenci, sonunda, aynada­ki yansısını (yani kendini) vurmak zorunda kalacaktır.” (Abisel, 158)

Daha önce Dorian Gray, Faust, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde gibi eserlerde de rastlanılan "birbirinin tıpkısı iki kişi" motifi, bu filmde aslında bir bakıma dönemin yönetici sınıfıyla orta sınıf arasındaki ayrılığı anlatmak için kullanılan "İki Almanya" kavramını çağrıştırmaktadır.(9). Filmde, görülen Danimarka sinemasının gerçekçi etkisi de Elsaesser’ e göre rastlantı değildir: “Nordisk bu türün en pahalı yapımlarından ikisini, Mantis (1913, Hauptmann'm bir romanından) ve Das Fremde Mâdchen'i ('Yabancı kız', Hoffmannsthal tarafın­dan özel olarak yazılan bir "düş oyunu") yaparak Auto­renfilm'in arkasındaki temel güçlerden biri haline gelmiş­ti.” (2003: 171)

Benzeri temaları işleyen ve dışavurumcu eğilimin ilk örneklerinden biri olan (10) 1914 tarihli Golem ve sonrasında 1916'da çekilen altı bölümlük Homunkulus'un İntikamı (Die Rache des Homunkulus) filmleri, yıllar sonra sinemaya uyarlanacak olan Frenkstein’ın habercisi gibidir. Her iki filmin esas temasında kendisine insan eliyle hayat verilen, fakat sonrasında insan olmadıkları için toplumdan dışlanan biri heykel (Golem) diğeri robot (Homunkulus) olan ‘yaratıkların’ sevgi arayışları ve reddedilmelerine karşılık, tıpkı insan gibi, intikam alma duyguları anlatılmaktadır.

Özellikle Homunkulus’un Golem’den daha bilinçli olması ve intikam almak için dönüp ülkenin diktatörlüğüne geçmesi ve ancak yıldırımla ölmesi yakın tarihte gelecek olan bir siyasi figürün habercisi gibidir: Adolf Hitler. Filmin detayında, Homunculus’un sevgiye ulaşma özlemi geri çevrildiğinde, sevgi dolu duyguları kin ve nefrete dönüşmüştür ve robot tüm amacı intikam almak olan bir diktatör olur. İşçi kıyafetine bürünüp işçileri ayaklandırır, sonra da ayaklanan halkı acımasızca bastırır. Sonunda bir dünya savaşına yol açarken kendisine isabet eden bir yıldırım, egemenliğine son verir. ‘Gerçek diktatör Adolf Hitler ile Homunculus arasındaki daha ilk bakışta göze çarpan benzerlik bir yana, iktidarın ele geçirilişindeki stratejinin uygulanışında ve daha sonra ayaklanmalar ve propaganda yoluyla iktidarın konumlaşında izlenen yöntemler ve şiddete yönelen toplumda diktatörün koruyucu kalkan olarak görülmesi, adeta yaklaşan bir geleceğin habercisidirler.’ (Günaydın:112)

Hem Golem hem de Homunkulus, şiddete yönelik eğilimlerini anormal yaratılışlarına borçlu gibidirler; ama içinde kıvrandıkları aşağılık duygusu, savaş­tan yenilgiyle çıkıp büyük bir kargaşanın içine düşen Al­man toplumunun durumunu temsil etmektedir (Abisel, 1989:160); bu filmler şiddetin temelinde yatan şeytani döngü ve o dönemde yaygın olan karamsarlığın ifadesi olarak okunabilirler.


Dışavurumcu Alman Sineması


Dışavurumcu akımın sinemada ortaya çıkışına zemin hazırlayan faktörlere ve sinematografik ilk örneklere değindikten sonra, dışavurumcu Alman sineması dendiğinde ilk bilinen örnek olan Dr. Caligari'nin Muayenehanesi incelenecektir.



Das Kabinett des Dr. Caligari (Dr. Caligari'nin Muayenehanesi)


Yapımı 1919'da gerçekleşen Robert Wiene'nin yönettiği Das Kabinett des Dr. Caligari (Dr. Caligari'nin Muayenehanesi), Alman sinemasının bu döneme ait en çok tartışılan filmlerinden biri olmuştur. Özellikle dekorların resimli panolardan oluştuğu, gölgelerin bile boyayla elde edilip, eğik bacalı, yamuk duvarlı evlerle yaratılan fantastik ve ürkütücü dünyası, filmin üstünden nerdeyse bir asır geçmesine rağmen unutulmamasını, ilgiyle izlenmesini sağlamıştır. Öyleki Caligarism, Fransa'da eleştirmenler tarafından, psikolojik olguları işleyen filmleri ve dışavurumcu akımı tanımlamak üzere kullanılan bir terim olmuştur. (Günaydın, 1997:113)

Film öyküsünde Kuzey Almanya'da küçük bir kasabaya gelerek bir panayır sırasında gösteriler yapan Dr. Caligari'nin etrafında oluşan ilginç olaylar anlatılmaktadır. Açılış sahnesi bir bahçedeki bankta oturan genç bir adamın (Francis) yanındakine bir öykü anlatacağını söylemesiyle başlar. Francis küçük bir kasabada yaşamakta, yakın arkadaşı Alan'la birlikte Jane'in sevgisini kazanmaya çalışmaktadır. (Abisel,1989:163) Bir gün kasabada panayır kurulur. Çadırlardan birinde gösterilerine başlayan Caligari, Cesare'yi hipnotizle uyutmakta ve onun seyircilerin sorularını yanıtlamasını sağlamaktadır. Caligari belediyeye izin almak için gittiğinde, oradaki memur ona kötü davranır. Aynı gece memur odasında ölü bulunur. Sonraki gün gösteriyi izleyenler arasında Francis, Alan ve ikisinin de âşık olduğu Jane de yer alır. Caligari'nin uyuttuğu Cesare seyircilerin sorularını yanıtlamaktadır. Alan Cesare'ye ne kadar yaşayacağını sorar ve 'Şafağa kadar' cevabını alır. Ertesi gün Alan da ölü bulunur; Francis, Caligari'den şüphelenmektedir ve onu izlemeye alır. Öte yandan Caligari Cesare'ye Jane'i öldürmesini emreder. Ama Cesare Jane'in güzelliğinden etkilenerek onu öldüremez ve kaçırır. Kaçırırken daha fazla dayanamaz ve yere yığılır, Jane kurtulur. Francis ve polisler bunun üzerine Caligari'yi yakalamak için karavanına gelirler, ama Caligari kaçmıştır. Francis onu araştırır ve bir akıl hastanesinin müdürü olduğunu öğrenir, bu akıl hastanesinin doktorlarına olayı anlatır. Gece beraber gizlice onun odasına girerek bir araştırma yaparlar. İncelenen defterlerde, Kuzey İtalya'da dolaşan Caligari adlı bir adamın on sekizinci yüzyılda yardımcısı Cesare'yi uyutarak gösteriler yaptığı, onu kullanarak cinayetler işlediği anlatılmaktadır. Hastane yöneticisinin notları, onun hastalarını hipnotize ettiğini de ortaya koyduğundan iki olay birleştirilince Caligari yakalanır, deli gömleği giydirilir ve bir odaya kapatılır. (Abisel,1989:163)

Daha sonra filmin başındaki mekâna dönülür, Francis'in öyküyü, Jane ile Cesare'nin de aralarında bulunduğu hastaların etrafta dolaştığı bir akıl hastanesinin bahçesinde anlattığı, onun da hastalardan biri olduğu anlaşılır. Caligari ise başhekimdir. Onu gören genç adam üzerine saldırır ama bu sefer o yakalanıp odaya kapatılır. Doktor gözlüğünü takar ve kameraya bakar, yüzünde Dr. Caligari'ninkini andıran alaycı ve kurnaz bir ifade vardır…

Filmin senaryosu ilk başta çekirdek öykü olan panayır ve orda işlenen cinayet ve sonrasında akıl hastanesinde Caligari’nin yakalanması çevresinde yazılmışken, öyküyü saran ana çerçeve, yani aslında her şeyin bir “delinin kafasındaki hayaller” olduğu çerçevesi, daha sonra filmi yönetmesi düşünülen Fritz Lang tarafından önerilip, eklenmiştir.(1997:114). Bu değişiklik, filmin görselinde aslında birbirleriyle olanaksız ilişkiler içinde olan boyalı duvarları, tavanları, eğri büğrü sokak­ları, uçurtma biçimi pencereleri, yapay ve çiğ bir aydınlat­mayla elde edilen iki boyutlu atmosferi ile oyuncularının boyalı yüzleri, Francis'in akli dengesizliğine bağlanmış olu­yordu. (1989: 165) Filmden baştaki ve sondaki bu ‘gerçekçi’ bölümleri Caligari'yi, masumları kandırarak suç işlemeye iten egemen bir güç olarak Alman otoriterliğinin bir sim­gesi olarak okumak olası hale geliyordu. Böylece, denetlenemeyen çılgın bir otoritenin, akıl tarafından yenilmesi, savaş sonrası döne­min koşullarından kaynaklanan korkuları dile getiren fil­min umutla sona ermesini sağlayabilirdi. Ama çerçeve öykü, filme, otoriteye başkaldırmanın çılgınlık olduğu ile­tisini yükleyivermişti (Abisel,1989:165).

Dr. Caligari'nin Muayenehanesi sadece film olarak Alman dışavurumcu si­nemasının ilk örneği olmakla kalmamış aynı zaman da, ‘Dr. Caligari’, sinema tarihinde yaratılan ve uluslararası nitelik kazanmış ilk karakter de olmuştur. Caligari bir anlamda, insandan öte, zalimliğin ve endişenin, düşün ve gerçeğin karışımı bir ruh halini temsil etmektedir. Senarist Cari Mayer ve Hans Janowitz, çekirdek hikâyede aslında savaşın acımasızlığına ve Dr. Caligari'nin temsil ettiği otoriteye karşı başkaldırılarını dile getirmişlerdir. Burada eleştirilen aslında Caligari'nin Cesare'ye yaptığı gibi, insanları düşüncesiz bir robot haline getiren Prusya otoritesidir. Serhat Günaydın, makalesinde bu noktayı daha da açarak politik eleştiri savını şu sözleriyle tamamlamaktadır:

Mayer ve Janowitz'ın, Caligari senaryosunu yazarken amaçları, bilinçli olarak bir Führerprinzip ya da otorite prensibinin eleştirisinden çok, daha sonra çeşitli yönleriyle Naziler tarafından yeniden yorumlanacak Prusya militarizminin eleştirisiydi. Böylece başlangıç olarak her ne kadar II. Reich dönemi hedef alınmışsa da, aslında onu izleyecek III. Reich dönemi de eleştiri kapsamında kalmıştırBu açıdan okunduğunda da dışavrumculuk akımının, tarihsel ve toplumsal süreçle birebir denebilecek ilişkisi görülebilmektedir. Aslında bir bakıma 1914-1918 savaşına gönderme yapan senarist Cari Mayer, Caligari ile 1919'da yeni yeni ortaya çıkan ve 1933-1945 yılları arasında daha etkili hale gelecek Nazizmin habercisi olmuştur. (1997:114)


Caligari filmindeki ilkel otoritenin akla egemen olmasının eleştirisi, filmin başarısında büyük etkenlerden biri olmuştur. Günaydın’ın aktardığına göre, film piyasaya sürülürken 'Du musst Caligari werden' (Caligari olmalısın) sloganları kullanılmıştır. (1997:114)

Öte yandan Caligari başarısını sadece içerdiği siyasal eleştiriye değil, sinemaya getirdiği yeni görsel anlayışa da borçluydu. Filmin dekor yapımcısı Hermann Warm Caligari filmindeki estetik anlayışı "Das Filmbild muss Graphik werden" (Film görüntüsü grafiğe dönüşmelidir) olarak açıklıyordu. Her şey perspektifin, ışıklandırmanın, formların ve mimarinin alışılmışın dışında kullanılması ve tamamen resimsel özelliklerin öne çıktığı bu iki boyutlu dekor anlayışı üzerine kurulmuştu. (Günaydın, 1997:115) Sinemanın, hile­lere gerek kalmaksızın, çevre düzeni aracılığıyla da gerçeği bozabileceğini gösteren film, yoğun ışık-gölge zıtlıklarıyla elde edilen tedirgin edici ve gizemli atmosferindeki, dekorlarındaki, makyaj tekniğindeki yenilikçi tarzıyla ardından gelecek pek çok filmi etkilediğini söylemek mümkündür. (Abisel,1989:165)



Savaş ve savaş sonrası koşulların yarattığı ekonomik ve toplumsal sarsın­tılarla çöküntüye uğrayan alt-orta sınıfın yaşamını, ruhsal dünyasını ve saplantılarını anlatan bu filmlerin psikolojik boyutları ağır bastığından, umutsuz ve çaresiz kahramanların dünyası son derece kasvetli bir hava taşıyordu. İşte toplumun kaynaklık ettiği karamsar temalar bunlarken, dışavurumcu aydınlatma tekniğinin yarattığı gölgeler, karanlıklar ve siyah-beyaz zıtlığının kullanılışı bu temaların yaratılmasına büyük katkıda bulunuyor, duyguları, iç dün­yaların labirentlerini sergilemek için kamera kullanımı ye­niden değerlendiriliyor, yeni yöntemlere başvuruluyordu. (Abisel,1989:182)

Dışa­vurumcu eğilimin sergilendiği, iç dünyaları irdeleyen, ka­der ve ölüm gibi temaları net biçimde işleyen filmler sessiz Alman sinemasına asıl büyük ününü ka­zandıran yapımlar olarak tarihe geçmişlerdir. Dr. Caligari'nin Muayenehanesi'nden sonra en etkileyici örnekler arasında, Wiene'in Hakiki'si (Genuine, 1920) ve Raskolnikov'u (1925), K. Heinz Martin'in Sabahtan Geceyarısına (Von Morgens bis Mitternacht 1920), Arthur Von Gerlach'ın Vanina ya da Darağacı Evliliği (Vanina öder die Galgenhochzeit,1922), Robison'un Gölgeler’i (Schatten, 1923), Paul Leni'nin Balmumu Figürler Odası (Das Wachsfıgurenkabinett 1924), ve Fritz Lang'ın Yorgun Ölüm'ü (Der Müde Tod, 1921) sayılabilir. (Abisel,1989:168- Günaydın,1997:115)


Günaydın adı sayılan filmler için verdiği detayların bazılarında, Heinz Martin'in, tiyatro için yazılan bir senaryodan uyarladığı Sabahtan Geceyarısına filmde, “Caligari'deki dekor anlayışı daha da ileri götürülerek, dekora uyması için oyuncuların yüzüne de çizgilerin çizildiğini” söylemektedir.

Diğer bir yönetmen Arthur Robison, Gölgeler filminde “klasik bir tiyatro sahnesini gölge oyunları ve ışıklandırma teknikleri kullanarak Caligaresque bir dekora dönüştürdüğünü” belirtmektedir.

Yavaş yavaş dekor ve ışıklandırma teknikleri yerlerini elektrik ışıklandırmasına ve üç boyutlu dekorlara bıraktığında Caligari’nin yarattığı etki hafiflemeye başlamıştı. Bu açıdan Günaydın, Paul Leni'nin Balmumu Figürler Odası filmini dışavurumcu dönemin önemli sayılabilecek en son çalışmalarından biri olarak saymaktadır.(11) Bu Dışavurumcu akımın son filmi olarak görülse de, akımın etkisi bundan sonraki birçok filmde de kendini hissettirmiştir. (1997:116)


Nilgün Abisel’e göre de “1920'lerin ortalarına doğru etkisi hafiflemeye başlayan dı­şavurumculuk, doğalcı eğilimler taşıyan ve "oda filmi" (Kammerspielfilme) olarak adlandırılan filmlerdeki görsel düzenlemelerde” görülmeye devam etmiştir. " (Abisel,1989:168) Sonuçta, her ne kadar Dışavurumculuğun Alman sinemasındaki yaratıcı dönemi 1920 ile 1925 yılları arasıyla sınırlansa da, dünya sinemasına olan etkileri uzun yıllar sürmüştür.

Dr. Caligari'nin Muayenehanesi filmini izlemek için lütfen tıklayınız>>

Sonuç

İncelememiz sonucunda Almanya tarihini ve dışavurumcu akımın özelliklerini ve ortaya çıkan ürünleri yan yana getirdiğimizde, bu akıma neden ‘dışavurumcu’ tanımının yapıldığı dahi iyi anlaşılmaktadır. Prusya-Avusturya hanedanları arasında ve Fransız savaşlarıyla kalbura dönen Orta Avrupa topraklarında, bir yanda siyasi iktidar çıkarları altında ezilen ve savaşlar sonuncunda tam bir ekonomik açıdan çalkantıya düşen, köy-kent arasında sıkışmış halk kitleleri artık isyanın ve toplumsal patlamanın eşiğine gelmişken; öte yandan, tüm bu duruma şahit olup, devrim ve değişim rüzgârları altında, sesi şiddetle bastırılmaya çalışan muhalif aydınlar, kendilerini özgürce ifade edebilecekleri ve bu esnada sanatı araç olarak kullanabilecekleri ortama ancak 20yy’ın ilk çeyreğinde kavuşabilmişlerdir. İşte dışavurumcu Alman sineması bunca yıldır içerde birikenlerin, bastırılanların perdeye yansıması olmuştur.



Dipnotlar:

3-Ana Britannica : Genel kültür ansiklopedisi. Imprint İstanbul : Ana Yayıncılık, Encyclopaedia Britannica, c1986-1990. Cilt 4 sf:229
4-A.g.e sf: 230
5-A.g.e
6- Thomas Elsaesser, Weimer Yılları, Dünya sinema tarihi / editör, Geoffrey Nowell-Smith; çev. Ahmet Fethi. İstanbul : Kabalcı Kitabevi, 2003.
7-Edebiyat uyarlamalannda uzmanlaşan diğer firma, Pathe'nin Almanya'daki edebi haklarından yararlanmak için Pathe ile ortak girişim olarak kurulan, Heinrich Bolten-Baeckers'in BB-Literaira adlı şirketiydi. (Elsaesser, 2003:171)
8- Reinhardt'ın doğrudan sanatsal ve mali yönetimini üstlendiği tiyatro etkinliklerini belirten kavram. Aynı zamanda tiyatro örgütçüsü ve girişimcisi olan Reinhardt, tiyatro etkinlikleri arasında sahne yapısı ve sahneleme olarak birçok yeniliklere önayak olmuştur. http://www.tiyatrotarihi.com/tiyatro
9- Tarihsel gelişim bölümünde ikili Almanya olgusuna farklı bir açıdan ‘özgürlük mü, birlik mi?’ kıskacında değinmiştik. Görüldüğü üzere Almanya’nın ikiye bölünmüşlüğü hem siyasal, hem sosyo-ekonomik bağlamda bir gerçektir. Sanatta ve sinemadaki bu tarz anlatım tamamen bir dışa yansımadır.
10-Abisel, filmde yer alan Prag "getto"su, binaları ve eğik çevre duvarlar mimarisi ile de dışavurumcu filmlerin çevre düzenine gönderme yapmıştır.
11- Filmin konusu, genç bir şairin kabuslarında Harun-el-Reşid, Korkunç İvan ve Karındeşen Jack'la başından geçen maceralarıdır.


KAYNAKÇA

ABİSEL, Nilgün Sessiz sinema İstanbul: Om Yayınevi, 2003.
ANA BRITANNICA : Genel kültür ansiklopedisi. İstanbul : Ana Yayıncılık, Encyclopaedia Britannica, c1986-1990.
ELSAESSER Thomas, Weimer Yılları, Dünya sinema tarihi / editör, Geoffrey Nowell-Smith; çev. Ahmet Fethi. İstanbul : Kabalcı Kitabevi, 2003.
GÜNAYDIN, Serhat 1920'lerde Alman sineması Sinema akımları. Ankara : Med-Campus A126Proje Yayınları, 1997.
WINKLER, Heinrich. A, Alman sorunsalına veda – Batı’ya doğru uzun bir yolda geriye bakış
Tatsachen über Deutschland, Editor: Peter Hintereder, Frankfurter Societäts-Druckerei GmbH 2006
http://www.tiyatrotarihi.com/tiyatro



7 Nisan 2008

Dışavurum-İçedönüm : Dr. Caligari'nin Muayenehanesi

Alman dışavurumcu sinemasının en önemli örneği olarak sinema tarihine geçen Dr. "Caligari'nin Muayenehanesi" Sinema akımları dosyası kapsamında Limonluk'ta...

Das Kabinett des Dr. Caligari (Dr. Caligari'nin Muayenehanesi)
http://www.imdb.com/title/tt0010323/




Yapımı 1919'da gerçekleşen Robert Wiene'nin yönettiği Das Kabinett des Dr. Caligari (Dr. Caligari'nin Muayenehanesi), Alman sinemasının bu döneme ait en çok tartışılan filmlerinden biri olmuştur.
Filmin detaylı özeti için : http://www.bigglook.com/biggcinema/classic.asp

Aşağıdaki videodan 50 dakikalık bu filmi izleyebilirsiniz.
The_Cabinet_of_Dr._Caligari:



1 Nisan 2008

Sinema Akımları Dosyası

Sevgili Limonlukçular gene bir ay daha geçti kaçınılmaz olarak, ve nisana girdik.
Malum bu ay festival ayı, filmler, tiyatrolar , konserler birbirini kovalıyor. Bu koşuşturmaca içinde biz de üzerimize düşeni yapalım ve sinema akımlarını konu alan bir dosya başlatalım istedik.

Bilindiği üzere sinema sanatını emekleme dönemlerinde kendinden önceki sanat akımlarının getirisinden ve çağdaşı olan eğilimlerden oldukça etkilenmiştir. Sinemadaki anlatım dilleri, ve çeşitliliği de sinemacıların içinde bulundukları toplumsal, politik ve tarihsel süreçlerden kaçınılmaz olarak etkilenmiştir. Bu bağlamda sinemada akımlar dosyamıza 1. Dünya Savaşının etkilerini taşıyan "Dışavurumcu Alman Sineması" ile başlamayı uygun gördük. Her ay bir başka sinema akımını inceleyen makalelerimizle Limonluk'ta olacağız.
Ekşiniz bol, acınız kararında olsun...