10 Mart 2009

Olmamış Bir Film : Cennet


2008 Nisanında gösterime girmiş olsa da yeni izleme fırsatı bulduğum filmlerden biri oldu Cennet. “Çocuk yaştayken annesinin ölümüyle travma yaşayan bir karakterin psikolojisi” tema olarak ilgi çekici ve hemen zihnimizde psikanalitik Frued esintileri yaratıyor.





Hikayemizin baş karakteri Can, yani Engin Altan Düzyatan, kimliğini reddedip, ‘Cennet’ adını verdiği bambaşka bir dünya kurar kendi zihininde. Kendisine Can ismiyle seslenilmesini de reddeder ve alfabenin ilk harfini seçerek “A” kimliğini oluşturur.

Gerçek dünyada babası, cennetindeyse ölmüş annesi yanındadır A’nın. "Hareketleri saldırganlaştı" bahanesiyle, tedavi için gelip gittiği akıl hastanesine yatırılır. Hastanede yanından hemen hemen hiç ayrılmayan ve adını bir türlü öğrenemediğimiz bir kız arkadaşı vardır; televizyonun son dönem popüler simalarından Fahriye Evcen.

Hikaye, bu noktaya kadar kaba taslak elle tutulur bir çerçeve çizse de, hem senaryonun düştüğü çok ciddi hatalardan, hem de çekim-kurgu aşamasında yapılan teknik hatalardan dolayı heba edilen bir proje ortaya çıkmış Cennet ile.

Sanki, oyuncuların eline senaryonun ilk müsveddesi verilmiş ve onlar da prova diyaloglarını seslendirmiş ve böylece kayda girmiş gibi bir havası var filmin.
Senaryo yazılıp, çıktısı alındıktan sonra geriye dönüp bir bile kez okunmamış gibi.
Filmde o kadar korkunç mantık hataları var ki, keşke diyalogsuz bir film olsaymış da seyirciye sadece A'nın hayal gücü gösterilseymiş.


Bir örnek vermem gerekirse, herhangi bir psikiyatrist doktorun 15 yıldır hastası olan, zeka geriliği teşhisi ile tedavi etmeye çalıştığı 29 yaşındaki bir gencin annesinin ölüm nedenini bilmemesi, çocukluğunda travma yaşamasına neden olan ailevi nedenlerden bi'haber olması mümkün müdür?

Senaryo gereği tedavinin araştırmacı genç bir kadın doktora devredilmesi gerekiyor diye, seyirciyi bu kadar aptal yerine koyan, gerçeklikten uzak bir yapı kurulabilir mi? Hal böyle olunca izleyen de suçu oyuncuya atıp, "ne kadar aptal bir doktormuş Ahmet Bey" deyiveriyor ister istemez.


Öte yandan, kendisine dış dünyadan farklı ve oldukça zengin bir hayal dünyası kurmuş olan, kendi cennetinde mutlu olan bir şizofreni normal insanların dünyasına çekmeye zorlamak ne derece adildir? Film, 'belki de anormal, yanlış ve mutsuz olan sizsinizdir' gibi, hasta olanın gözünden bakan sağlam bir iddayı da taşırken, maalesef bunun üzerine fazla gidilmiyor. Bu açıdan işlenen sahnelerse, -ki buna filmin son sahnesi de dahil- yukarıda sayılan teknik hatalardan dolayı havada kalıyor.

Oysa A'nın Cennetine gittiğimizde rengareng bir gökkuşağı ve uçuşan kelebeklerle, gerçek dünyadan daha güzel bir yerde olduğumuz aşikar. Filmin sanat yönetmenliğinde takdiri hak eden sahneleri de cennet ile sınırlı aslında.
Görüntüleri açısından hikaye ile paralellik arzeden karanlık bir atmosferi var filmin; fakat sanatsal olma çabasıyla bu yarı karanlık bazı sahnelerde öyle abartılmış ki, ışık efektleri, karakterlerin mimiklerini anlamamızı iyice zorlaştırıyor.


Oyunculuklara gelince, Yaprak Dökümü dizisiyle keşfedilen ve parlayan
Fahriye Evcen, dizideki evin çok bilmiş, şımarık kızı performansının üstüne daha fazla bir şey katma gereği duymadan önemli bir rolün altına girmiş.
Engin Altan Düzyatan'ın inandırıcı oyunculuk performansının ise filmdeki elle tutulur iyi bir kaç noktadan biri olduğunu söylemek mümkün. Fakat, her ne kadar göz dolduran bir baş rol oyuncusu olsa da, filmin handikaplarından dolayı o da hikayeyi sırtlayıp götüremiyor.

Sonuç olarak, şizofrenin de kendi içinde mutlu olduğu/olabileceği gerçeğini ele alan özgün bir fikre sahipken, her aşamasında çok daha itinalı bir çalışmayla iyi bir film kotarılabilirdi Cennet ile.
Fakat senaryosundaki bir alelacelecilik, çekim ve kurgusundaki bir olmamışlık duygusu ile yeni dönem Türk sinemasının vasat örneklerinden biri olarak Cennet seyirciye iyi bir seyirlik vaadetmiyor.

Hiç yorum yok: