15 Ağustos 2007

Nasıl ve Niye Yazmak?

HAYDAR ERGULEN

Hiç kimsenin, ki buna kendi kendine, kimseye göstermeyeceği şiirler, denemeler, öyküler, hatta roman yazanlar da dahildir, nasıl ve niye yazdığını merak etmedim. Kadim bir meraksızlığım vardır, şu yaşıma gelince anladığım. Merak etmedim, çünkü 'kendini merak etmeyen başkasını da etmez.' En azından yazı hususunda söyleyebilirim bunu. Fakat sakın 'kaygısızlık' ve 'genişlik' olarak yorumlamayın bu sözlerimi, aksine fazla kaygılı bir yapım vardır, ama dedim ya, şairin, yazarın niçin, niye ve nasıl yazdığı da beni sahiden ilgilendirmiyor. Eskiden de böyle soruşturmalar, konuşmalar olur muydu, pek hatırlamıyorum, belki bu sıklıkta olmazdı, belki de yanıt verme sırası bana gelmemişti, o yüzden pek haberli değilim. Ne var ki son yıllarda, yalnızca sanat, edebiyat, şiir dergilerinde değil, gazetelerde, magazin dergilerinde, TV'de bile bu tarz soruşturmaların sık sık yer almaya başlamasıyla, ben bile 9-10 kez yanıt verdiğimi biliyorum. Yanıtladım da ne oldu? Bana sorarsanız, kocaman bir hiç!


Hiçbir şey! Bana kalırsa, bir şairin, yazarın 'nasıl' yazdığı hususundaki yayınların artması, biraz da popüler kültürle ilişkili. Popüler kültürün kapsama alanı o kadar genişledi ki, bu gelişme ve genişleme, popülerlikle uzak yakın ilgisi olmayan edebiyatçıların bile kendilerini ara sıra da olsa 'popüler' hissetmelerine yol açtı. Ben de, dedim ya, zaman zaman bu 'popülarite'den payımı aldım ve bu husustaki soruları bir güzel yanıdadım. Hem şiir, hem de düzyazı yazan biri olarak, verdiğim en 'şık' cevap da şu oldu: "Gece şiire, gündüz düzyazıya aittir." Böyle demekle de, elbette, asıl uğraşım olan 'şiir'i bir bakıma yüceltmiş, ona kendimce ayrıcalık kazandırmış oldum. Belki de öyle olduğunu sandım. Yoksa ne şiir düzyazıdan üstündür, ne de düzyazı şiire göre daha yücelerdedir. Hem elmayla armut toplanır mı hiç? Ben, sözü uzatmamak için, şairleri ve yazarları birlikte anarken 'edebiyatçı' diyeceğim ama, inancım, çok eskiden beri, şiirin edebiyattan başka bir şey olduğu, onun dışında olduğudur.

Diyeceğim, bir 'edebiyatçı'nın 'nasıl' yazdığının bence önemi yoktur. Bazısı kendini yokluk, yoksunluk ve yoksulluk içinde yazmaya hazır hisseder, bazısı kederli ve mutsuzken iyi yazdığını iddia eder, bazısı da yazmak için gerekli bir 'asgari mudu-luk'tan söz eder. 'Pir'imiz Marx'ın dediğini unutuyor değilim elbette bunları söylerken, ne demişti, "Saraydaki başka, kulübedeki başka düşünür", ki bunu yazın alanına da uygulayabiliriz, hatta belki de en çok da yazın alanına uygulamamız gerekir. İyi de biz bunu 'yapıt'tan çıkarabiliriz zaten. Bir 'edebiyatçı'nın 'yapıt'ı, niçin yazdığı sorusunu cevapladığı gibi, 'nasıl' yazdığı sorusunu da yanıtlar, yanıtlamalıdır. Kimin nerde, nasıl ve niye yazdığı az çok yazdığı şeyden, yani 'yapıt'ından belli olur. Elbette istisnaları da vardır bunun, olmaz mı.7 Ülkemizde son yıllarda, özellikle siyasi tutuklu olarak cezaevlerinde ve 'F' tipi cezaevlerinde bulunan pek çok iyi şair ve yazar çıktı karşımıza. O arkadaşların nerede, nasıl, niçin ve niye yazdıklarıysa elbette önemlidir ve bence çok değerlidir. Eski siyasi tutuklulardan biri olarak Aytekin Yılmaz'ın bu hususta derlediği çeşitli kitaplar var ve bunlardan biri de Hapiste Yazmak (Kanat Yayınları) adını taşıyor. Bu kitabı okuduğumuzda, 'içerdeki' arkadaşların hangi zor koşullarda şiir, öykü, deneme ve roman yazdıkları ve yine bunları hangi zorluklarla saklayıp dışarıya ulaştırdıkları ya da ulaştıramadıklarının ve yazdıklarının bir daha geri gelmeyecek biçimde kaybolması, acı ve vahim bir Türkiye gerçeği olarak çıkar karşımıza. Elbette 'dışarda' olanların da bir 'büyük hapisane'de yaşadıkları gerçeğinden söz etmek de mümkün. Fakat 'içeri'nin ve 'dışarı'nın koşullarını bu tarz bir 'espri' içinde sunmak, 'duyarlıklı' olduklarını vehmettiğimiz şairlere ve yazarlara yakışmayacağı gibi, edebiyatın 'edeb' kısmına da hiç mi hiç sığmaz. İnsan olmanın asgari müşterekleri arasında da yer almaz.

Uzatmayayım: Elbette her yazanın, ona mahsus olduğu söylenen bir zamanı ve tarzı vardır. Bunlar genellikle ortak zamanlar ve tarzlar olsa da, yine de burda 'kendimize özgü' bir zaman ve tarzdan bahsetmek hoşumuza gider. Öyle ya, şehrin neredeyse tamamı derin bir uykuya dalmışken, şair kelimelerle ve ondan da önce o kelimelerde vücud bulan hatıralarla, aşklarla, memleket mes'eleleriyle boğuşuyordur. Bu da kolay rastlanmaz bir özveridir, öyle değil mi? Çoğumuz ballandıra ballandıra nasıl çile çektiğimizi anlatmaya bayılırız. Eh, bana da bir kez daha sorulmuş olduğu için, çaresi yok, benim de 'nasıl' ve 'niye' yazdığım hususundaki uzunca yanıtıma katlanacaksınız: Evet, 'zor zamanlar'da yazdım. Şair olmaya ise niyetim de, hevesim de yoktu. İlk şiirimi üniversite öğrencisiyken, yakın bir arkadaşımın ölümü üstüne yazmıştım. Artık onu telefonla arayamazdım çünkü, mektup da yazamazdım, acımı dile getirmek için şiirden başka yol bulamadım, hem vefa hem de veda niyetine bir şiir yazdım. Üstelik yayımladım da. Böylece 'acı bir tesadüfle ya da 'kötü bir rastlantı'yla şiir yazmaya da başlamış oldum. 'Zor zamanlar'dı, 1980 öncesi ODTÜ'de öğrenciydim, bazılarının şimdilerde 'sağ-sol çatışması' diye adlandırdığı, oysa 'faşist saldırılar'a karşı halkın çocuklarının kendilerini savunduğu yıllardı. Sadece kendilerini mi? Bir rüyayı, bir hülyayı da, insan gibi yaşamayı, namuslu ve bilinçli olmayı, namuslu olmak yetmez çünkü bilinçli de olmak gerekir, eşitlikçi bir dünyayı, özgürlüğü, yepyeni bir coşkuyu, evet 'Devrim' diye büyülü bir tasavvuru da savunduğu yıllardı. Benimki de bir bakıma bu 'olmayan devrime katkı' sayılır. Şiir yazmayı sürdürdüm. Arada başka arkadaşlar da öldürüldü, üstelik beşer onar. Sonra Sivas'ta, Çorum'da, Maraş'ta yüzlerce insanın canına kıyıldı, sonra oteller yakıldı, ormanlar kavruldu, köyler boşaltıldı, insanlar 'zorunlu göç'e tabi tutuldu, yargısız infazlar, faili 'belli' meçhuller aldı yürüdü, 'zor zamanlar'dı, o zamanlarda da yazdım. Yazdım yazmasına da...

Ah keşke, şiir bir işe yarasaydı da önceden yazabilseydim! Nerde? Hep gidenlerin, ölenlerin, yananların, yakılanların ardından yazılmak kaldı şiire. Sonra üniversitede çalışmaya başladım, YÖK'ün de çıkmasını vesile ederek kısa bir süre sonra istifa ettim, tuttum bir 'mazohist' olarak reklam ajansında yazarlık yapmaya başladım. Evet, benim için yine 'zor zamanlar'dı. Tam 23 yıl sürdü ve ilk şiir kitabım Karşılığını Bulamamış Sorular (1981) hariç, tüm kitaplarımı bu 23 yıl boyunca yazdım, 9 şiir, 3 düzyazı kitabı ve kitap olmayı bekleyen 5-6 şiir ve düzyazı dosyası. Diyeceğim bu 23 yıla, henüz yayımlamadıklarında beraber 17-18 kitap sığdı, ki neredeyse yılda bir kitap sayılır.

Yazmasam çıldırmazdım! İki yıldır bir tek bile şiir yazmadım ve çıldırmadım ya da bana öyle geliyor. Yazmasam çıldırmazdım, daha çok okurdum! Yani yazmamanın da faydaları var, yazar olsun yazmaz olsun, insan daha fazla okuyabilir. Hayatımın çok kötü şartlarda geçtiğini söyleyemem, evet hep 'zor zamanlar'da yazmışım, geriye dönüp bakınca bunu görüyorum ama, demek ki ben gibi bazılarına da 'zor zamanda yazmak' iyi geliyor.

Reklam yazarlığına ilk başladığım yıllarda, 1983 ve devamında, 'şiir'in kökeninde de tıpkı reklam yazarlığında olduğu gibi 'yaratıcılık' olduğunu vehmederdim ve o yıllardaki kimi soruşturmalara da bu minvalde yanıtlar verirdim. Demek ki o yıllar hem şiirde, hem reklam yazarlığında 'heves' yıllarımmış! Başka şair arkadaşlarım da var reklam yazarlığı yapan, yapmış, onların şiir ve reklam maceralarında da benimkine benzer hikâyeler vardır. İlk birkaç yıl, iki, üç, beş yıl, iki ayrı disiplin gayet güzel anlaşırlar, uyum içinde giderler... Peki ne zamana kadar? Şu cümleye kadar: "Reklamcılık mesleğim, sürse sebebim". Kısa cümlenin ilk yarısında sorun yok, fakat cümlenin ikinci yarısındaki 'iddia'ya bakar mısınız? 'Şiir sebebim': Müthiş değil mi, ya da daha doğru bir ifadeyle, korkunç değil mi? Neredeyse ontolojik bir problemle, varoluşa ilişkin bir kaygıyla karşı karşıya bırakır insanı bu tip cümleler. Allahtan bu dönem pek uzun sürmedi, şiirin sebebim olmadığını başkaları istihzayla hatırlatmadan ben hatırlattım kendime. Çünkü böyle 'şairane' bir cümle ve iddia, tıpkı 'yazmasam çıldırırdım' tarzındaki bir ölüm-kalım savaşını hatırlatıyor insana. Oysa şiir sebebim değildi. Şiir yazmasam da ne ben bir şey yitirirdim ne de Türk şiiri! Elbette bu iddiaya yakışan şairler vardır, Nâzım Hikmet vardır, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Edip Cansever, Sezai Karakoç vardır, onlar büyük şairlerdir ve onların yanında bu cümleyi sar-fetmek için 'fazla şair!' olmak gerekir. Şükür ki kendimi ve yazdıklarımı biraz bilirim, biraz farkındayım. Hem bilmesem de bildirirlerdi! Çabuk vazgeçtim ben de bu pek kafiyeli, pek fiyakalı ve pek 'şairane' cümleden! Bu husustaki son cümlemi ya da 'vecize'mi merak ediyor musunuz? Pek meraka değer bir şey olmasa da söyleyeyim: "Yazmış bulundum". Evet, cümle bu. Kaynağı da Edip Cansever'in çok sevdiğim "Gelmiş Bulundum" adlı şiiri. Ben de çok uzun bir süredir, 15 yıl kadar olmuştur sanırım, 'niye yazıyorsun?' diye soranlara böyle söylüyorum: 'Yazmış bulundum'. Aslında hepsi budur. Hatta 'nasıl yazıyorsun?' sorusunun yanıtı da budur.

İyi de niye 'yazmış bulundum'? Çeşitli yazılarımda defalarca dile getirdiğim bir örnek var, hatta bu hususta kısacık bir şiirim bile var, "Eski Mektup" adlı bir şiir: "Şiir; o eski mektup / ne geleni var ne gideni/şiir bir köşede eskiyor/pul bir köşede/ filmlerde kaldı şiir de mektup da / "11 Posti-no"dan beri / bak postacı geliyor / şiir veriyor!" Hatırladınız sanırım, Şili'nin ve dünyanın büyük şairi Pablo Neruda'nın yaşamını anlatan bir film vardı, 10 yıl kadar önce, II Postino (Postacı) adıyla gösterilmişti. Bir dönem siyasi sürgün olarak İtalya'nın bir adasında yaşayan Pablo Neru-da'ya sürekli kitap, dergi ve mektup getiren postacı, bir gün onun büyük bir şair olduğunu öğrenir ve ondan çok saf, çok masum, çok insani ve bence çok da haklı bir istekte bulunur: Beatrice adlı sevgilisi ya da nişanlısı için, Neruda'dan bir şiir yazmasını rica eder. Neruda aksilenince de postacı gayet doğal bir biçimde 'Şiir ihtiyacı olana verilir bayım' der, ki bu benim için şiirin 'ne'liğini anlatmasının da ötesinde, büyük bir şaire de verilebilecek unutulmaz bir derstir. Neruda bu yanıttan dersini hemen alır ve postacıya sevgilisi için bir şiir yazar. Evet, şiir ihtiyacı olan için yazılır. Ben de yazdım, çünkü ihtiyacım vardı, her şeyden önce benim ihtiyacım vardı, kendi ihtiyacım vardı.

Bir kaç ay önce 50 yaşımı bitirdim ve 40 yaşıma kadar da niye şiir yazdığımı doğrusu hiç düşünmedim, hiç de merak etmedim. 1996'da Kırk Şiir ve Bir... adlı bir kitap yazdıktan sonra düşünmeye başladım bunu. 40'ın kerameti belki de! Tam da o günlerde izlemiştim bu filmi. Niye şiir yazdığımı düşünürken, film bu ihtiyacıma da cevap vermişti işte. Deminden beri, hayatımın muhtelif 'zor zamanlar'ında şiir yazdığımı söyleyip duruyorum. Demek ki şiir, o zor zamanlan atlatmak için olmasa da, zorluklara direnmek için yazdığım bir şeydi. Herkesin zorluğu alt etme ya da direnme biçimleri farklıdır, kimi üstüne gider, kimi çözüme yönelik pratikler araştırır, geliştirir, kimi bir şeylere sığınır, Tanrıya, dine, bir insana, bir topluluğa, aşka, vb... Demek ki ben de şiire sığınmışım. Özellikle reklam yazarlığı yaptığım 23 yıl boyunca, o yoğun ve yıpratıcı çalışma sürecinde, reklamın insan bünyesinde, fikrinde, zihninde, kalbinde yol açtığı yıpranmaya karşı, kelimelerin kapitalist bir dünya ve adaletsiz bir sistemin hizmetinde kirlenmesine ve kirletmesine karşı, ben de kendimi şiir yoluyla aklamaya çalışmışım, ellerimi şiirle yıkamak, arınmak istemişim. Benim de özellikle ve öncelikle şiire, sonra da yazıya en çok bu 23 yıl zarfında ihtiyacım olmuş ki, biraz önce de söylediğim gibi, neredeyse bütün kitaplarımı da bu süreçte yazmışım.

İki yıldır şiir yazmadığımı söyledim. Bu benim tasarrufum değil, 'çok yazdım, artık biraz durayım, şiir yazmayayım' diye kendi kendime aldığım bir kararın sonucu da değil. İki yıl önce reklamcılığı bıraktım, sonra da emekli oldum, galiba şimdilik şiire de ihtiyacım kalmadı. Biliyorum, hissediyorum ya da seziyorum demek daha doğru olacak. İhtiyacım olduğunda şiir kendini bana yeniden duyurur, ben de yazmaya gayret ederim. Fakat dedim ya, şu anda şiire ihtiyacım yok! Neye, ne zaman ihtiyaç duyacağımızı ise bilemeyiz elbette. Zeki Müren'in ünlü şarkısında dediği gibi, "içimde bir his var aşktan da üstün". Benim de içimde yakın zamanlarda yeniden şiir yazmaya başlayacağıma dair kuvvetli bir his var, sanki yakınlarda şiir yazmaya yeniden ihtiyaç duyacakmışım gibi.

Dün bir arkadaşım, bu konuda bir konuşma yapacağımı öğrenince, 'bana bir cümle söyle' dedi. Aslında baştan beri söylediğim her şeyi uzun tek bir cümle olarak görebilirsiniz, fakat yine de daha 'özlü' bir cümle söylemek gerekiyorsa şunu diyebilirim. Hani binalarda, trenlerde, otobüslerde 'ihtiyaç anında camı kırınız' diye bir uyarı yazısı görürüz ya, şiir biraz da o uyarıya benziyor: 'İhtiyaç anında şiir yazınız!' Bu aynı zamanda, başta da kısaca değindim, yıllardır surda burda tekrarlamaktan da sıkılmadım, yine söylerim, 'şiir, edebiyata dahil değildir'. Roman 'fiction', yani 'kurmaca'dır. Sürse 'kurmaca' filan değil, bence 'insanın en yalın ha-li'dir ve insan ihtiyaç duyduğu için şiir yazar. Bu yüzden benim için, şair olsun, olmasın, ilkokuldan başlayarak öğrenciliğinde, gençliğinde, hayatının herhangi bir döneminde şiir yazan insanların yazdığı her şey 'şiir'dir. Çünkü ihtiyaç duymuşlardır, bir ihtiyaca karşılık olarak yazmışlardır. Bu insanın insana ihtiyacı olmasından farklı bir şey değildir. Şiir yazmaktan daha doğal, daha insani ve insana daha yakın ne olabilir ki? Başkaları nazarında öyle sayılsam da, ben kendime 'şair' demekten de, 'şair' denilmesinden de hazzetmem ve şiddetle kaçınırım, yalnızca 'şiir yazıyorum' derim. Benim için her zaman böyle olmuştur: Benim şair olmaya değil, şiire ihtiyacım var, çoğunlukla okumaya, ara sıra da yazmaya. Çünkü şiire ihtiyaç duyuyorum. İhtiyacım olduğu için yazıyorum.

Ve bu konuşmayı şiirin bir ihtiyaç olduğunu derinden kavramış olanlardan, çok sevdiğim bir şairin, Osman Konuk'un "Melekleri Bekletme" adlı şiirini okuyarak bitiriyorum:

bütün çağlardan yapılı bir an / nasıl yaşanır, ona uğraşıyoruz / dilek ağacında-ki yaralı abdal / balık karnındaki yunus ve ben /.../ söyledik, süre doluyor, saat geliyor / ikibin yıldır soluk almaya çalıştık/çok acıktık, çok susadık, çok korktuk / yeni doğan her bebekle ilk biz tanıştık /.../ gündüz dinlenip gece yürüdük / ne mi arıyoruz burda, gelmiş bulunduk / Abdal yaralı, Yunus sessiz, ben şaşkın / dönüş yolları da kapalı /.../ bütün çağlardan yapılı bir an / nasıl yaşanır, çabuk söyle / ilk fırsat son fırsattır / melekleri bekletme. Tıpkı Osman Konuk'un dizesindeki gibi, mes'ele 'nasıl yazılır ona uğraşıyoruz' değil, 'nasıl yaşanır ona uğraşıyoruz'dur.

Aralık 2006'da Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde yapılan konuşma. Daha Önce Kitap-lık Dergisinde yayınlanmıştır.



Hiç yorum yok: