28 Şubat 2009

Benjamin Button'ın Garip Hikayesi vs. Hayata Tersten Başlasaydık


Dünkü 2009 Oscar incelememizde Benjamin Button'ın Garip Hikayesi'nden bu kadar bahsedip Can Yücel sitemize konuk etmemek olmazdı.
Buyrun bir demet hayatı tersten yaşama hayali...

Hayata Tersten Başlasaydık

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir.
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta
mükemmel olurdu.
Nasıl mı ?
Cami'de uyanıyorsunuz.
Bir tahta sandık içersinde, herkes karşınızda saf durmuş,
iyiliğinize dua ediyor ve
tüm haklar helal edilmiş vaziyette.
Tabuttan
doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar,
iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.Arabanıza kurulup
evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş
bağlıyor, aylık veya üç ayda bir
maaşınızı alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...
Altmışlı yaşlara kadar her şey
garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor,
kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak
istiyorsunuz ve ise
ilk başladığınız gün size
hoş geldin hediyesi
olarak bir
plaket ve altın kol saati
veriyor patronunuz..
ve Genel Müdürlük veya
bunun gibi yüksek bir makamdan
tecrübeli bir insan
olarak ise başlıyorsunuz.
Herkes karşınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden
hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade.....
Aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık
Üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor.
Bu arada Babanız ortaya çıkmış, "fazla
çalıştın" diyor "artık eve dön, işi bırak, okumaya başla,
harçlığın benden olsun...
" Keyfe bakar mısınız ? Okuduğunuz dersler
gittikçe kolaylaşıyor.Ekmek elden, su
gölden bir dönem başlıyor. Partiler,
Diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken Anne ve
Babanız sizi götürüp
getirmeye başlıyor,araba kullanma derdi de
yok artık...
,Günün
birinde sizi okuldan
da alıyorlar, "evde otur,
keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" diyorlar...
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman
zaman altınızı bile temizliyorlar,
hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve
hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken Anneniz bir
gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir
keyifli dönem başlıyor.
Mama artık her yerde,
her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.
Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok,
bir kordondan besleniyor, sıcacık,yumuşacık, gürültü ve
patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor,
ufacık bir hücre halini
alıyorsunuz. Ve günün birinde
hayatınız bitiyor...
CAN YÜCEL


Filmin son bölümünün Can Yücel'in hayali kadar olumlu olduğunu söylemek doğru olmasa bile, belki bir zamanlar F. Scott Fitzgerald'ın 1921 yılında kaleme aldığı The Curious Case of Benjamin Button adlı kısa hikayesini okumuştur üstat da...

Buarada, kulağımıza çalınan dedikodulara göre Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi'nin orjinalinde de gerçek bir yaşam öyküsünden esinlenilmiş...
.
.
.
Şaka şaka :-)



27 Şubat 2009

2009 Oscarlarında Slumdog Millionaire Damgası ya da Hint Fakirinin Başarısı



81. Akademi Ödüllerini 8 dalda aldığı Oscarlarla tabir-i caizse silip süpüren "Slumdog Millionaire", bugün ‘Milyoner’ ismiyle Türkiye’de gösterime giriyor. En iyi film dalında, gedikli Hollywood yıldızlarının rol aldığı The Curious Case Of Benjamin Button, Frost/Nixon, Milk, The Reader gibi yapımları geride bırakarak Oscar heykelciğine Bombay’dan uzanan Slumdog Millionaire, uzun zamandır yeniden çevrim yapımlara, modası geçmiş bilimkurgulara ve Adam Sandler soslu komedilere bel bağlamış Hollywood’a, Bollywood’dan kelimenin tam anlamıyla “selamı çaktı.” Elbette bu başarının arkasında Hindistan-İngiltere karması oldukça geniş bir ekibin olduğunu belirtmek gerek.



Aynı zamanda bir diplomat olan roman yazarı Vikas Swarup’ın “Q & A” adlı ilk romanından, İngiliz yönetmen ve senarist Simon Beaufoy’ın senaryolaştırdığı SLUMDOG MILLIONAIRE, “En İyi Uyarlama Senaryo” dalında da Oscar heykelciğini, aralarında BAFTA, Altın Küre ve çeşitli sinema yazarları derneklerinin yer aldığı ödül koleksiyonuna kattı.


1996 yılında çektiği Transpotting gibi mükemmel bir roman uyarlamasıyla farklılığını kanıtlamış olan yönetmen Danny Boyle’in filmografisinde, daha ziyade televizyon yapımları boy gösterse de, 81. Oscar Ödül Töreni’nde SLUMDOG MILLIONAIRE ile ‘En İyi Yönetmen Oscarı’nı alan yönetmeni sinefiller, Günışığı (2007), 28 Gün Sonra (2002) , Kumsal (2000) gibi önemli iş yapmış filmleriyle tanıyorlar.



Sıradan görünen bir ‘çaycı’nın, bir gecede milyonerliğe uzanmasının şansa mı, kadere mi bağlı olduğunu kahramanın hayat hikayesini merkeze alarak, Hindistan’ın yakın geçmişi çevresinde işleyen film, parçalı anlatım kurgusu ile yaklaşık 100 dakika boyunca seyircinin geçmiş ve bugün arasında gidip gelmesine neden oluyor. Fakat klasik anlamda “geri dönüş” olarak nitelendirilen bu bölümler olay örgüsüne o kadar iyi yedirilerek aktarılmış ki, izleyenler Jamal’ın bugününden daha çok geçmişini merak ederek seyrediyorlar filmi. Öyleyse, En İyi Kurgu dalında da heykelciği almasına şaşmamak gerek.

Yoksulluk içerisindeki Hindistanlılar –ki onlara başrol oyuncusu Dev Patel’in de ailesi dahil- içinde tamamen kendi ülkeleri ve bizzat kendileri geçen bir Bollywood yapımının En İyi Yabancı Film dalında değil de, başlı başına "En İyi Film Oscarı"nı kucaklamasının sevincini yaşadılar. Öte yandan Hindistan’ın ‘yetkili mercileri’ filmdeki çıplak gerçeklikten yana memnuniyetsizliklerini dile getirseler de sanırım artık ellerinden daha fazlası gelmiyor. Washington Post’un 81. Oscar Ödül törenine dair yayınladığı sinema yazısında, Slumdog’tan sonra en iyi film dalında Oscarın favorisi olan Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi ile Milyoner’in karşılaştırılması yapılmış.

Kısaca özetlemek gerekirse, 15 milyon dolar bütçesiyle "Slumdog"’un yakaladığı bu büyük başarı, bağımsız film endüstrisi için yaralara merhem olabilecek gibi görünüyor. Zira filmin özellikle ilk yarısında –Jamal’ın ve Salim’in çocukluğunun anlatıldığı bölüm- oldukça çok Hintçe diyalog mevcut ve oyuncu kadrosunda tek bir Amerikalı yıldız dahi yer almıyor. Öyle ki Washington Post yazarı Amy Argetsinger, geçtiğimiz yaz filmin Amerika’da sinema gösterimi için dağıtımcı bulmakta zorlandığını hatırlatıyor. Bu da, sinema endüstrisinin halen daha vahşi kapitalizmin pençesine mahkûm olduğunu bir kez daha kanıtlar nitelikte.

Öte yandan, Benjamin Button, henüz daha stüdyo aşamasında Paramount Pictures’dan başlayarak, gerek Oyun, Yedi, Dövüş Kulübü gibi efsanevi yapımları karnesinde bulunduran yönetmeni David Fincher olsun, gerek kariyerinin en iyi filmi olarak gösterilen başrol oyuncusu Brad Pitt’i ya da Oscar ödüllü Cate Blanchett’i olsun, paranın satın alabileceği diğer enlerle dolu listesiyle ve gişede dünya çapında yaptığı 245 milyon dolar hasılat ile Akademi’den payına ancak “En İyi Görsel Efekt”, “En İyi Makyaj” ve “En İyi Sanat Yönetmeni” dallarında Oscar heykelciği düştü.


Rahmetli Can Yücel’in "Hayata Tersten Başlasaydık" şiirini anımsatarak, yaşamaya tam tersten başlamanın nasıl bir deneyim olabileceğini Benjamin Button karakteri üzerinden işleyen film, insani, yürek ısıtan duygulara dokunsa da, bir dönem Amerikasına çeşitli göndermeler içerse de ve hatta ucundan da olsa Katrina Felaketini zihinlerimizde tekrar canlandırsa da, "Slumdog Millionaire"in 'yoksulluk, küreleşme, din savaşları, tüm bunların ortasında yaşam savaşı veren kimsesiz çocuklar olma' gibi ciddi temalarını işlediği alt metninin Akademi jürisine daha çekici geldiği aşikar. Bazı dedikodulara göre David Fincher filmografisinin oldukça dışında bir yapım olmasına rağmen, Dövüş Kulübü ya da Yedi’nin kendisine getiremediği Oscar’ı almak hedefiyle, ‘Benjamin Button Garip Hikayesi’nde, yönetmenlik koltuğuna oturma teklifini kabul etmiş.

David Fincher Oscar hesabının peşinde miydi bilemeyiz, ama o gece her ikisi birden aday gösterilip de, ödüle uzanamayan bir çift olarak Angelia Jolie (Changeling-2008)ve Brad Pitt çoktan istatistikilere geçti.


Sonuç olarak, kendisinden çok daha büyük bütçeli ve yıldız dolu yapımlarla kapışan Slumdog Millionaire sekiz dalda oscarı kazanmış olmasa, muhtemelen Türkiye’de de kapı kapı gezip dağıtımcı firma arayan ‘festival filmi tadında’ bir yapım olarak, şanslıysa 4-5 bin seyirci ile gösterimini tamamlayacak ve DVD raflarında meraklıları tarafından keşfedilmeyi bekleyecekti. Ne diyelim, iyi ki filmde yüzde seksen oranında İngilizce kullanılmış ve Los Angeles sinemalarında gösterim şansı bulmuş.
Aşağıdaki videoda filmin senaristi Simon Beaufoy'in "En İyi Film Oscarı" açıklandıktan sonraki teşekkür konuşması izleyebilirsiniz.


Şahsen bu çocukların yüzlerindeki mutluluğu görmek için, bana verilecek bir heykelcikten seve seve vazgeçerdim.


Birileri, Hollywood dışında bir sinema daha olduğunu hatırladığı için halen ‘gerçek sinema’ yapılabiliyor...

Herkese iyi seyirler dilerim.

Dip Not: Diğer oscar alan ve aday gösterilen filmlerle ilgili eleştiri yazılarım gelecek. Slumdog Millionaire için filmin süprizlerinin tadı kaçmasın diye daha fazla detay vermedim. Ayrıca, Oscarda iki farklı dalda ödüle layık görülen müziklerinden bahsetmedim diye beğenmediğim sanılmasın, her müzik ayrı bir baharat tadında ve eski Bollywood filmlerine gönderme yapan tren istasyonundaki danslı kapanış sahnesi beni bir anda Doğu Tüketmek Sergisine götürdü nedense...

11 Şubat 2009

YEREL SECİMLER 2009 ve KOYUN OLMAK Ya Da OLMAMAK...


AŞAĞIDA OKUYACAĞINIZ YAZI İNTERNETTE E-POSTA GRUPLARINDA DOLAŞAN BİR İLETİDİR. SAMİMİ BİR VATANDAŞIN, İÇİNDE BULUNDUĞU DURUMA "YETER!" DİYE HAYKIRIŞIDIR. USLUP OLARAK BİRAZ SERT VE SİVRİ DİLLİ OLMAKLA BERABER İÇERİK AÇISINDAN SİTEMİZDE YAYINLANMAYA UYGUN GÖRÜLMÜŞTÜR.

------------

“Yazmayacağım, yazmayacağım” dedim; ama artık dayanamıyorum. Bir önceki genel seçimde kendimi zor tuttum, ama artık boyumu öyle aştı ki bu ülkede yaşadığım stres “burama kadar geldi” bile diyemiyorum, oraları geçeli çok oldu çünkü.

Kimsenin ne söyleyeceği zerre kadar umurumda değil, her sözüm arkasında sonuna kadar duruyorum: BU HALK APTAL!!!

Rahmetli Aziz Nesin’i yakmaya kalktılar '%90 aptal', dedi diye de adamcağız %60’a çekti oranını.
Bu halkın üstünden akıyor aptallık. Hakaret falan da değil, sadece bir durum tespiti bu. %47 çıkınca birileri bunu dile getirdi diye elitist, halk düşmanı oldu. Gerekiyorsa halk düşmanıyım. Halk için, halka rağmen. Evet, bu aptal halk sayesinde gayet faşizan bir tutum içerisine girdim. Fakat benim faşistliğim olsa olsa Stalin sonrası Sovyetlerdeki muhafazakar komünistler kadar olur. Elime döner bıçağı ya da gaz bombası alabilen faşistlerden değilim ben. Her neyse, ne diyordum.

Evet, siz hepiniz, “komple”, yani Türkçesiyle olduğunuz gibi APTALSINIZ. Bu kadar açık ve net söyleyince belki ‘kafasına taş düşmüş’ etkisi yaratabileceğini umuyorum sözlerimin. Çünkü sizin aptallığınıza, kayıtsızlığınıza, körlüğünüze, “bırakın yesinler”ciliğinize karşı kibar demokratı oynamak, laf anlatmaya çalışmak çok fazla. Çünkü kör olduğunuz kadar sağırsınız da. İşinize gelmeyen hiçbir haltı duymuyorsunuz. Duysanız da, umurunuz da olmuyor. Bunu nasıl başardığınızı gerçekten aklım, havsalam almıyor. Bir halk bu kadar KOYUN olabilir mi yaa? Siz KOYUNLUĞA devam ettikçe, birileri de size ALENEN KOYMAYA devam ediyor. Hiç mi hissetmiyorsunuz? Duyularınız tamamen köreldi mi?

Çıldıracağım sizin yüzünüzden, hatta bu satırları yazdığım için çoktan çıldırmış olmalıyım.

E be Ankaralılar, size her şey müstahak! Ben daha ne diyeyim? Çok değil, 1 yaz evvel 10 yıllık sevgili belediye başkanınızın zamanında almadığı önlemler yüzünden 1 hafta tamamen susuz kalıp, akvaryum suyu ile el yüz yıkayan ben miydim? Ben mi bekledim tankerlerin arkasında elimde boş bidonlarla? Ben mi salgın hastalık tehlikesiyle yüz yüze geldim? Ardından da ben mi kanser riski çok yüksek denen Kızılırmak sularını afiyetle içtim? Siz hala kalkıp bu yüzsüz adamın adaylığını, elaleme bok atmasını alkışlıyorsunuz! Cevap verin, ben mi kazıklandım 600liralık doğalgaz sayaçlarıyla?

Sizde bir gram akıl yok mu ya oyunuzu susuz köyde dağıtılan çamaşır/bulaşık makinasına, 2 adet dandik çekyata satabiliyorsunuz? Yok ama, o eşyalar evine taşınırken kameralara “benim hanede 3 oy var, 3’ü de AKP’nin” diyen teyzeyi gördükten sonra, sizi ben değil feriştahı gelse, Yahudilerin dört gözle bekledikleri Mesih’i gelse kurtaramaz. Mustafa Kemal mezarından dirilip karşınıza çıksa, AKP’li değil diye yüz çevirirsiniz siz.


O kadar beyni yıkanmış, o kadar aptal haldesiniz ki bırak kömürü, makarnayı oyunu vereceğin okulun kapısında kim yarım ekmek köfte dağıtsa girer oyunu ona basarsın. Hiç kimse de bana “e kabahat vatandaşta mı? Onu o hale düşüren de değil mi?” demesin. Aklını başına toplayacaktı o vatandaş zamanında. Milliyetçi, dinci geçinene duygularını sömürene değil, adam gibi iş yapana ve cebindekini yemeyene verecekti oyunu.

Teyzeeee Şşşş haberin var mı o beyaz eşyanın parasını senin Tayyip Efendi değil, ben verdim BEN! Anlıyor musun? Alınan beş yüz bin tane vergiden gelen, IMF’e borçlanarak aldığımız dünyanın parasından o fona aktarılıyor senin buzdolabının parası!!! Bilal’in gemiciklerinden gelmiyor o paralar. Ama sende bunu düşünecek, hadi bırak düşünmeyi, ben anlattığımda, söylediğimde anlayacak akıl, dinleyecek kulak nerde?!!

(Bahsi geçen teyzenin videousu için : http://video.ntvmsnbc.com/videos/20090209_tuncelidebeyazesya.wmv)

Tutturmuşsunuz bir din, Müslümanlık kisvesi, ondan öncesinde milliyetçilik şemsiyesi, bas oyunu oraya anasını satayım. Böyle dininiz batsın! Din dedim de aklıma geldi, koskoca Deniz Feneri yolsuzluğu dosyalar davaya dönüşemeden orta yerde mıh gibi duruyor, sen hala “temiz Müslümanlar yardım ediyor” de. O güzel Tanrım var ya, müstahakkınızı versin.
Ama sizi oraya da havale etmek de yetmiyor, çünkü bizim buradaki sayılı günlerimizi cehenneme çeviriyorsunuz aptallığınızla.

Ya İstanbul? %49 çıkmış, belediye yolsuzlukları, çektiği peşkeşler bir bir ortaya çıkan halihazırdaki başkanımızın destek oranı anketlerde. Ben kentsel dönüşüm zırvası adı altında hangi ortaklıkların, hangi işten, ne kadar kar aldıklarını, hangi firmaların hangi ihalelere katıldıklarını öğrenmek istiyorum. Hayır, ben bir kısmını biliyorum da, benim SEVGİLİ APTAL halkım da duysun, öğrensin istiyorum.

Gerçi duysa ne olacak, bu koyunlukla gidip paşa paşa gene basacak damgayı pırıl pırıl yanan ampülüne!!! Benim imza atarken parmak basan GÜZEL ve APTAL halkım başımıza yeni yöneticiler seçecek, markette 90kuruşa satılan makarna için.

Metrobüs var şimdi, hani Zincirlikuyu ile Avcılar arasındaki mesafeyi 3te birine indiren, bastı mı şoför durmadan gidiveren; yanından geçtiğiniz kırmızı ışıkta bekleyenler el sallıyorsunuz değil mi? Ne hizmet ama! Siz geri zekalı mısınız Sevgili İstanbullular? Bu güzelim kentin 72 milletten, 80küsür vilayetten göç eden insanları, siz İstanbul’u, İstanbul’a akıtılan paraları kimin ellerine teslim ediyorsunuz?

Yahu o metrobüs denen gri otobüsler kaç paralara alındı haberiniz var mı? Ben de dahil pek çoğumuz o kadar parayı tüm ömrümüz boyunca sittin sene bir arada göremeyiz, farkında mısınız benim APTAL hemşerilerim? İstanbul’da doğmadığı halde İstanbullu olup bu şehrin yönetimini cehaletiyle kimlere verdiğini, kimlerin ceplerini doldurduğunu bilmeyen hemşerilerim? Siz o bilmem kaç milyon dolarlara alınan gri metrobüsleri kaçırınca neye biniyorsunuz? Arkadan gelen koyu yeşil otobüslere. E peki aynı otobüsler normal İstanbul trafiğinde her caddede zaten gitmiyor mu? Bal gibi gidiyor. Peki bir soru daha, bu memlekette “tercihli yol” yeni keşfedilmiş bir şey mi? Dünyada hiç kimsenin aklına ana caddenin ortasından 2 şerit ayırıp, tercihli yol yapmak gelmemiş de bizim büyük belediye başkanımız mı keşfetmiş bu sistemi? Vay beee! Bu şehirde zaten 30 yıl önce uygulanan sonra vazgeçilen bir sistem, sil baştan yeniden yapılıyor, çok büyük proje anasını satayım, bırak otobüsleri o taşeron firmanın cebine kim bilir ne girdi! Sonra dünyada daha önce hiç kimsenin aklına gelmemiş tercihli yolun üzerinde milyarlarca lira paraya alınan sözüm ona metrobüsler bir hızlı bir hızlı gidiyor ki sormayın! Arkasında zaten İstanbul’da 2 yılı aşkın süredir hizmet veren normal(!) yeşil otobüsler seyir halinde. Şimdi diyecekler ki “gelen yolcu talebini karşılamak için ek seferler koyduk yeşil arabalarla.” Bre YÜZSÜZLER, BRE BU HALKI KOYUN YERİNE KOYUP DA DURMADAN KOYANLAR! Sizin soyunuz tükenmeyecek mi be? Madem o yeşil arabalarda gayet gidebiliyordu ki, zaten 1 şerit sonraki normal asfaltta, normal trafikte de gidiyorlar o aynı güzergahta, neden bizim cebimizden bir başkasının cebine milyonlarca dolar aktı? On tane metrobüs alacağına, 30 tane daha yeşil otobüslerden alsaydın? Yok, ama o zaman adı metrobüs olmazdı, o zaman gösteriş yapılacak açılış olmazdı. “Tercihli yol yaptık, yeni yeşil otobüsler o hatta çalışacak” olur, vatandaşa normal belediyecilik bütçelerinde hizmet verilmiş olurdu. Haşaaa!! Bizim kitabımızda dürüst hizmetin yeri yoktur. Ancak yolunacak tavuklar ve götüne koyuldukça daha çoğunu isteyecek KOYUNLAR vardır. Koyun anasını satayım, daha çok koymak için bir kez daha gelin.

Hele metro rezaletine hiç girmeyeceğim. "Halen test sürüşleri devam ediyor" demiyorlar da seferlerimiz 10-16 arasında 22 dakikada bir yapılmaktadır diyorlar. Aha buraya yazıyorum, o hatta Pamukova faciası gibi bir facia her an yaşanabilir. Çünkü gösteriş olsun diye muhtemelen erken açtılar hatları, bunu bildikleri içinde tek hat üzerinde 3 farklı tren çalıştırıyorlar. Atatürk Otosanayiden yüklenecek yolcuları kaldırmayacak o hat bir anda, ellerinde patlar diye korkuyorlar. Ha bu arada benim unutkan halkım “Pamukova da neydi?” diye kendi kendine düşünüyordur şimdi.

Balık hafızalı, kendi halinde kırmızı balıkken pirina peşine takılan APTAL halkım benim. Size her şey müstahak da bana yazık yahu. Sizin için üzülen bana yazık. Dünyadaki bu ikiyüzlülüğü görüp kendi kendine bunalıma giren bana hakikatten yazık. Burada, bu güzel memlekette sırf sizin gibi APTALLARIN makarna, kömür, şimdi de buzdolabı ve altın!,için sattıkları oylarla yönetildiğim için bana yazık. Sizin yüzünüzden bu toprakları bırakıp gidesim var. Ama sevmediğimden değil, toprakları sevip üstünde yaşayanların APTALLIĞINA kendim de mahkum olduğumdan. Sevmediğimi de değiştiremiyorum, sayenizde, buna da fırsat vermiyorsunuz. Bir zamanlar denemek istedik, “biz de sizin kadar seviyoruz bu ülkeyi” dedik, sonra da satırlarla kovalandık okuduğumuz üniversite sıralarından. Vatan haini ilan edilip sürüldük, yönetimini beğenmediğimiz için demokratik yollarla değiştirmek istediğimiz ülkemizden. Siz sürmeden, ben sizin gibi koyunlar arasından kendim çekip gitmeyi tercih ederim. Nasıl olsa sizin için konuşan bir çene eksilmiş fark etmez, nasıl olsa dinelmiyorsunuz bile. Ha işin kötü tarafı asıl seslenmek istediklerim bu satırları zaten okumayacak, okuyanlar ya “Sen kim oluyorsun! Halka APTAL diyemezsin!” diyecek –ki derim-, ya da benimle benzer düşüncede olan insanlar “ellerine sağlık!” diyecek. Ama bu çekyat için evdeki 3 oyunu birden satan Fatma teyzenin düşüncesini değiştirmeyecek. Fatma teyze güttüğü koyunlardan bir farkı olmadığını asla idrak edemeyecek, ben de Fatma Teyze ve onun gibilerinin APTALLIĞINA yanmaya devam edeceğim.

Peki bu satırları neden yazdım? Çünkü bunları bağra bağra evde konuşuyorum, boğazım ağrıdı kendi kendime sinirlenip haber bültenlerine bağırmaktan. Bari dış dünyaya doğru bağırayım da, belki bir kişi çıkıp da “ulan acaba haklı olabilir mi?” diye düşünüp, körü körüne inandığı AKP’den başka bir partiye oy vermeye karar verir…

Yazar : Yagmur İstanbullu

9 Şubat 2009

Uyuşmayın, Uyandırın




Korkmayın heryerde konuşun konuyu siz açın
Takside taksiciye konuşun
Apartmanda kapıcıya konuşun
Sakallı gazete bayinize konuşun
Eve gelen gündelikçiye konuşun.


Anlatın eğer Fethullah dindarsa peygamber gibi ise
neden Amerika'da yaşıyor ?
neden Mekke'de Kabe yakınlarında bir malikanede değil de
Amerika'da FBI çiftliğinde.
Söyleyin bu zat değilmiydi 25 yıl o cami senin bu cami
benim salya sümük ağlayarak FAİZ haram diyen ?
sorun kapıcınıza peki BANK ASYA nedir ?
Önce alıştırmanız gerekir.
Görüntüye.
Seslere.
Hareketlere.
Sessizliğe.
Çevrenizde olup bitenlere.
Yavaş yavaş alıştırırsınız.
Alışırlar.
Türbana.
Çarşafa, peçeye.
Taşyapı'ya.
Oğulların gemilerinin olmasına.
Çocukların televizyon kurmasına.
Yakınların yolsuzluklarına.
Sevgililere alınan evlere.
Çokeşliliğe.
Erkeklerin, kadınların ayrı ayrı oturmasına.
Ramazanda öğle yemeği verilmemesine.
Beyaz takkeyle gezenlere.
Hem de öyle alışırsınız ki size çok doğal gelmeye başlar.
Bizde böyle deyip geçmeye başlarsınız.
'Galiba demokrasi bu da biz mi anlamıyoruz?' diye kuşkulanırsınız.
Sonra da uyuşursunuz.
Yavaş yavaş uyuşursunuz.
İçinizden bile tepki duymaz olursunuz.
'En az üç çocuk yapın' derler, dinler geçersiniz.
'Bizi azaltmaya çalışıyorlar' derler, gülme duygunuz bile kaybolmuştur.
'Batı'nın ahlaksızlığını aldık' derler, öyle dinler durursunuz.
Uyuşturmuşlardır sizi.
Bir yandan Çanakkale zaferini kutlarsınız.
Öte yandan Çanakkale savaşını yıllar sonra kaybettiğinizi bile fark etmezsiniz.
Başbakanınız planlarını Amerika'ya açıklar.
Siz burdan dinlersiniz.
Amerika Ankara'yı işgal etmektedir.
Siz İngilizce öğrenmeye çalışırken durumu göremezsiniz.
***
Alışırsınız ve uyuşursunuz.
Geçmişe dalıp gitmişken, geleceği kaybetmekte olduğunuzu fark edemezsiniz.
Plan da bunun için yapılmıştır.
Önce alıştırma.
Sonra uyuşturma.
Yüzünüze demokrasi derler, arkanızdan gülerler.
Yüzünüze çokkültürlülük derler, arkanızdan bölerler.
Yüzünüze değişim derler, arkanızdan soyarlar.
Yüzünüze gelişim derler, arkanızdan bakarlar.
Alışırsınız.
Uyuşursunuz.
Tehlikenin farkında mısınız?
Önce Alıştırma - Sonra Uyuşturma...

PROF. DR. ERDAL ATABEK


Dipnot: Bu metin alıntı kapsamında ve Limonluk.Net'in forward e-postalara karşı tutumu çerçevesinde değerlendirildikten sonra yayınlanmıştır.

8 Şubat 2009

Kimliksiz ve kişiliksiz kadın olmaya özenmek..


Genelde Limonluk olarak internette dolaşan "FORWARD-İLETİ" e-postaları yayınlamak adetimiz değildir. Sitemizin içeriğini ağırlıklı olarak özgün çalışmalardan oluşturmaya gayret gösteriyoruz. Forward e-posta yayınlamamamızın bir nedeni de Türkiye'de yaşanan siyasi hayatın spekülasyonlara oldukça açık olması. Her kafadan başka bir ses çıkıyor ve kimi dinleyeceğinizi şaşırıyorsunuz. Fakat dolaşan bir kaç e-posta içerisinde gerçekten fikren hoşumuza giden ve içeriğini sitemize uygun bulduğumuz metinlerin bazılarını zaman zaman yayınlıyoruz. Aşağıdaki metinde bu kapsamda Limonluk.Net'te henüz okumayanlarla buluşuyor.

'Suratı olmayan kadınla evli olmak' başlıklı yazımı okuyunca Ahmet Durmaz bana aşağıda sizinle paylaşacağım bilgileri iletmiş. Ahmet benim Urfalı bir dostumdur, kendisi ile çeşitli konularda çok güzel sohbetlerimiz olur, Ankaraya geldiği zaman ziyaretime gelir. Kendisine google derim çünkü yanıtlayamayacağı soru yoktur. Okuma konusunda bir kitap kurdudur ve hayatı da kör olma dışında biraz Eric Hoffere benzer.

Ahmet Durmaz dostum diyor ki; sorun yalnız kadını örtmek veya açmak değil, sorun kimlik ve kişilik sorunudur, örtünme, peçe bunların yanında zurnanın son deliğidir.

Bu ifadesini şu sözlerle delillendiriyor Araplarda kadınların adları yoktur. Kadınlara ya numara, ya da tip ve fizyolojik görünümlerine göre bir takım sıfatlar verilir. Örnekler:

Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda arap rakamlarında bir rakamını ifade eder

Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir. (eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse; 'sultan mahmud-u sani.. yani ikinci Mahmut')

Tılte: Telat veya Türkçede selaseden türemedir 3. demektir. Bu isim Anadoluda pek görülmez ama Harranda Araplarda çok bulunur

Raba: Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir. Anadoluda yaygın bir addır, geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının adıdır.

Hamse: Arapça beş demektir Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadoluda pek bulunmaz.

Sitte: Harranda yaygın bir isim olan Sitte Arapça altı demektir.

Sabe: Arapça yedi demektir. Bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha olmuş, İbrahim Tatlıses Sabuha ifadesi ile kullanmıştır.


Sevgili Ahmet Durmaz sekiz ve dokuz rakamı ile ilgili isim var mıydı bilmiyor ama yediden sonra Arapların yazı ismini koyduklarını söylüyor bu yeter anlamına geliyormuş.

Dostumun bilgilendirme mektubu şöyle devam ediyor;

Her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz, Bazen de Ayşe adını koyarlar, eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konulur, bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konuşur.

Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir , Hadice Arapçada erken doğmuş prematür kız anlamına gelir.

Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir, fatm Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir.

Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir. Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir, iyice beyaz ise Beyza adı verilir.

Bu bilgilerin ışığında hakikaten kadının Arabistanda veya Araplarda kimlik ve kişilik sorunlarının örtünme, peçe ve çarşafa girmeden daha öncelikli olduğu düşünülebilir.

Anadoluda kadın numaralandırılmaz ve sıfatla çağırılmaz, Türklerde ve Anadoluda kadın bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir.

Hanımağadır, hanım efendidir, kraliçedir, Tanrıçadır. Arap kültürünün ikinci plana ittiği numaralı veya sıfatlı bir nesne değildir. Bu bilgilerin, Arap yaşamına ve tarzına özenen kadınlarımız tarafından da gözden geçirilmesini dilerim.

Yıllar önce Duygu Asena kadının adı yok dediğinde Anadolu kadını için üzülmüştük, oysa Arap toplumunda neredeyse kadın yok.

Kapanmak, çarşaflar içerisine girmek, bu kimliksiz yaşamın son basamağı oluyor. Nedense bir grup kadın bu yolda emin adımlarla ve özgürlük adı altında ilerliyorlar.

Aşksız, sevgisiz ve isimsiz bir hayata kadınların ilerlemesi, böyle bir hayatı tercih etmesi garibime gidiyor. Bunu din adı altında yapmaları garibime gidiyor. Dinin başka bilginleri Yaşar Nuri Öztürk, Beyaz hoca ise değişik bilgiler veriyorlar halbuki. Buna rağmen, bilgisinden kuşku duyulan insanların sözleri ile kadınların kendilerini sosyal hayattan koparmaları, Arap toplumunun özelliklerini benimsemeleri garip değil mi?

Kadını anlamak hakikaten zor.

Yukarıda sevgili dostum Ahmet Durmaz'ın sözleri ile ifade edilen Arap kadını nasıl birinci sınıf insan olabilir ki? Bunlara özenenler, nasıl bir özgürlükten söz ediyorlar acaba.

Haydi diyelim ki insan bunu da tercih edebilir, o zaman başkalarına bunu özgürlük diye anlatmasınlar, dinin gereği diye empoze etmeye kalkmasınlar. Özgürlükse ve gerçekten özgürlüğe inanıyorsak, başkalarının da özgürlüklerine saygı gösterdiklerine inanmamız lazım. İnanamamamızın sebebi kendini özgür kılmak istemeyen birinin başkalarının özgürlüğüne nasıl tahammül edeceğidir.

Türk gibi yaşamak, Anadolu kültürü ile yaşamak kadın kişiliği ve onuru için önemli bir merhaledir.

Enteresan bir kıyaslama.

Oğuzkan Bölükbaşı
orjinal kaynak : http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=110775