6 Haziran 2007

“Neden Kadın Edebiyatı?” Sorusuna Kısa Bir Tarih Sorgulaması

Kadın edebiyatı var mı yok mu sorusu aslında “kadının adı var mı?” ve “varlığının değeri nedir?” sorularıyla kesişerek karşımıza çıkıyor. Evet, 'kadın edebiyatı' gibi, eğer bir ismin önüne kadın sıfat olarak getirilip en bilindik şekilde tamlaması yapılıyorsa, bu kadının o alandaki varlığını kanıtlamaya yönelik somut bir girişimdir. Yüzyıllardır edebiyat da diğer tüm sosyal ve toplumsal mekanizmalarda olduğu gibi erkek tekelinde olduğundan dolayı, kabaca son iki yüz yılda kadınların yazdığı, şekillendirdiği metinlerle bu isim altında bir edebiyat türü oluşmuştur.
Kadının yazınsal alandaki varlığı 18.yy Avrupası'na dayanmakta ve tuttuğu günlüklerle, hatıra defterleriyle başlamaktadır. Ne acıdır ki kocaları cilt cilt romanlar devirirken (bu noktada yazmayı kastediyorum), onlara kalan ancak günlük hayatlarını anlattıkları defterlerdir. Püriten ahlak felsefesi içinde yetişen kadınlar didaktik bir amaç doğrultusunda, başkalarına örnek olmak için otobiyografik tarzda günlüklerini yazarlar. 19. yy.da ibre göreceli olarak kadınlara doğru kaymaya başlar. Ekonomik açıdan kısmen rahata kavuşmuş kadınlar yaratıcı yazına (şiir ve romana) yönelirler; yaygınlaşan eğitimden daha çok faydalanmaya başlarlar. Eşitlik mücadelesinin tohumları da bu yüzyılda atılır.
Fakat 1960’lara kadar tüm kuralları erkekler tarafından çok önceden belirlen bu kulvarda, onların oyununu oynamak, kendilerini bir erkek yazarın tarzına uydurmak zorunda kalmışlardır. Yazdıklarının basılması için bugün adını saygıyla andığımız kadın yazarlar bile, zamanında takma erkek isimleri kullanmışlardır. Yani, yüz yıl sonra bile kadının varlığı ve adı, imzası olarak can bulamamıştır.Başta da belirttiğim gibi kadın edebiyatı, başka çare olmadığından “günlük” tarzında başlamış ve zamanla otobiyografiye doğru yoğrulmuştur. Fakat kendi hayat hikayesini kendi kaleminden yazan kadın aslında özgür değildir. Kendisine çizilen rolün kenarlarına taşmadan yazacaklarını dile getirmelidir. Biçilmiş toplumsal rolüne ne kadar uygunsa, okunma ve takdir edilme şansı da o derece artar. Erkek dünyasına kendini dinletebilmesi için, onların sınırlarına kelimenin tam anlamıyla itaat etmelidir. Bu yüzden kendini dinletmek isteyen kadın otobiyografilerinde, özel hayata ya da geçmiş gençlik dönemlerine hemen hemen hiç değinilmez. Bu tarzda Türk edebiyatında en bilinen örnekler Halide Edip Adıvar’ın ve Sabiha Sertel’in otobiyografileridir. Herhangi kadınsal bir zaaf, duygusal bir boşluk aynı zamanda politik karakterler de olan bu kadınların yazınında yer almaz. Zira dönemlerinde kendilerine yapılan haksızlıkların savunması adına kaleme alınmış metinlerinde, en kadınsı olması beklenen “annelik” duygusu bile geçiştirilmiştir.

Kadın yazarların eserlerinin yayınlanmasında fiziksel görünümleri ve edebiyat dünyasındaki erkeklerle ilişkileri, eserlerin yazınsal değerinden öncellikli olarak konuşulur olmuştur. Fiziksel olarak hoş görünen bir kadının nedense kaleminin güçlü olabileceğine erkek egemen zihniyetlerin aklı pek kesmemiştir. Ünlü “Dünyaya kadın olarak gelinmez, zamanla kadın olunur.” sözünün sahibi, kadın eşitliğinin savunucusu Simone de Beauvoir’ın eserlerinin, ömrü boyunca destekçisi ve sevgilisi olan Jean Paul Sartre tarafından yazıldığı söylentisi, kendisi her ne kadar umursamadıysa da, kesilmemiştir.
Türk yazınında Cahit Uçuk imzasıyla iz bırakmış olan Cahide Üçok, kendi hayat hikayesini, modern Türk kadının nasıl ekonomik özgürlük kazandığını göstermek amacıyla kaleme aldığı iki ciltlik “Silsilname” adlı eserinde sürekli olarak şu temanın altını çizmektedir: “Evet, ben güzeldim ama iffetimden hiçbir şey kaybetmeden yazdım. Kimsenin beni suiistimal etmesine izin vermedim.”
Şayet sosyolojik tanımların bir nebze farkındaysanız “Erkek politikacı yoktur ama kadın politikacı vardır.” Tıpkı erkek yazarın olmadığı, kadın yazarın olduğu gibi; ya da yakın zamana kadar erkekleştirilmiş kadınların yazması gibi. Belki daha da üzücü olanı, adını kanıtlamaya çalışan kadınların, erkek dünyasında erkek olmak gerekliliğini içselleştirmeleridir. Belli ki başka türlü ayakta durulamazdı. Büyük ihtimalle kadının adını son nefesine kadar haykırmaktan vazgeçmeyecek Duygu Asena’ların önü başka türlü açılamazdı.
Bu makale, edebiyat ve kültür dergisi Özgür Pencere’nin Mart 2007 sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: