11 Mart 2008

Kültürel Çalışmalar Bağlamında Sinemada Ötekilik ve Sömürgecilik Olgusu-1

ÖZET
Bu makalenin amacı kültürel çalışmalar bağlamında sinemada “sömürgecilik” olgusunun kuramsal ve tarihsel arka planını incelemek ve “18.yy. Batı görüşünün ‘Şark’ı 21yy.’da halen aynı ‘Şark’ mıdır?” argümanını sorgulamaktır.
Bu bağlamda Öteki, Irkçılık ve Şarkiyatçılık olarak üç başlığa ayrılmış ilk bölümde çeşitli kuramlar çerçevesinde, ‘öteki’ olma durumunun tarihsel arka planı incelenmiştir. Elde edilen veriler ışığında, şarkiyatçılık bakış açısının ortaya çıkışından (18.yy) günümüze kadar (21.yy) batının doğuyu algılayışında herhangi bir değişim gösterip göstermediği sinema örneği üstünden incelenmiştir.


I. BÖLÜM

ÖTEKİ-LİK OLGUSU

Öteki’nin Kökeni Nedir?

“Öteki ile ilgili kavrayış, ortak "biz"in ve Öteki ile ilişkilerin sınırlarına ilişkin düşünce, diğer konulardan daha fazla, tarihsel deneyimlere ve ulusal uygulamalara bağlıdır.” diyor Dominique Schnapper, Öteki’nin oluşumunu incelediği yazsının giriş bölümde ve ekliyor, “Sosyologlar, önce kendi toplumlarını tanımak isterler. Kendi kişisel deneyimlerini aşarak ve eleştirerek daha genel hakikatlere ulaşma tutkusu taşısalar bile, toplumsal aktörler ola¬rak edindikleri ve kendi araştırmalarının nesnesi olan kişisel deneyimlerinden yola çıkmadan edemezler.” (Schnapper,2005:13)

Kökeninde şematik bir kategorilendirmeye dayanan ‘ötekilik’ iki temel biçimde incelenmektedir:

“Birinci durumda düşünce, farkın saptanmasına dayanır: Öteki ötekidir, insan toplumları çeşitlidir. Bu fark, kaçınılmaz olarak aşağıda olma bağlamında yorumlanır. "Ben", Öteki'ne değer biçerken “benim” kültürümün ölçütlerini kullanır ve bunu genel anlamıyla kültürle karıştırır. Bu durumda Öteki, kendisinin eksik halinden başka bir şey olamaz. Öteki bu farkla kabul görür, ancak değiştirilmesi mümkün olmayan bir aşağıda olma hali içinde donup kalır.” (Schnapper,2005:26-27)

Schapper bu birinci tanımlamaya Montaigne'in Amerika'nın keşfinden sonra ortaya çıkan kültürel çeşitliliğe bazı metinlerinde hoş görüyle bakmasını örnek göstererek; bu tutumun sonrasında İngiliz imparatorluğunun sömürgelere uyguladığı liberal siyasal biçiminin tohumları olduğunu ekler. (2005: 26)

İkinci tutumsa, farklılığı görüp, ‘öteki’den saygı bekleyen ‘ben’den daha farklı olmak üzere evrenselcilik bir ilkesi ile tanımlanmaktadır: “Farkların saptanmasının ötesinde, evrenselcilik ilkesi insan türünün birliğini iddia eder.” İlk etapta “Sırf insan olmaktan dolayı bütün insanların, zihinsel ve ahlaki kapasitesinin ya da yeterliliğinin gerçekleşmesinde kesin farklar gözlemlense bile onların eşit olduklarını ortaya koyma”sı açısından oldukça olumlayıcı görünse de somut uygulamada evrenselcilik “asimilasyonculuğa doğru gerileme tehlikesini” içinde taşır. Schnapper birbiri içinden doğan bu zıtlığı şu tanımlamayla açar:



“ ‘Ben’ Öteki'yi, bütünlüğü olan, benle aynı hakları taşıyan insani bir varlık olarak görür. Ne var ki, başkasının özdeş olduğunu düşünmeden eşit olabileceğini tasarlamak zor olduğu için "Ben" onu kendi özgürlüğü içinde algılamaz. Öteki, "Ben" gibi olmak durumundadır. Evrensel olan, "Ben"in kültüründe asimile edilir. Böylelikle "Ben" asimilasyoncu siyaseti uy-gulamaya koyabilir; sonunda Öteki'nin kültürünü kökten kazır ve kendinde soğurur. Bütün insanların eşit oldukları ilan edilmiş olsa da ötekinin kimliği olduğu gibi kabul edilmez.” (2005: 27)

Bu net tanımdan da anlaşılacağı üzere bu mantık, “emperyalist/sömürgeci ya da asimilasyoncu ırkçılığı” doğuran mantıktır. Yapılan “Öteki'ni dışlamak değil, kendine benzetebildiği ölçüde onu inkâr ederek içine almaktır.” (2005: 27)

Bu başlangıç saptamasının ışığında, ötekinin (ve bu bağlamda sömürgenin) ortaya çıkışının ve şekillenişinin kökenlerini, tarihsel süreçlerde ve ‘ötekilik’ ayrımına giden düşünürlerin izinde incelememiz yerinde olacaktır.

Tarihsel süreçte ötekinin ortaya çıkışında, ‘sömürge’ ve ‘sömürgecilik’ kavramları modern çağın getirdiği aldatıcı okumalardır. ‘Makbul’ olan Avrupalı, beyaz, Hıristiyan Erkek’in (ki bunlara genç sıfatı da dahil edilebilir) kökeni yani,‘ben’i oluşturan ve ben üstünden ‘öteki’nin tanımlanmasını sağlayan yapı Hristianlık öncesi Antik Yunan’a kadar geri gitmektedir. İlk sınıfsal cinsiyet ayrımları bu ‘demokratik’ toplumda görülmüştür.

Antik Yunan’da Ötekinin Ortaya ‘Çıkartılması’

Antik Yunan toplumunun da ötekileri, kendi aralarındaki ötekiler (kadınlar, köleler, yurttaş olmayanlar) ve uzaktaki yabancılar (barbarlar) olmak üzere çok katmanlıdır.

Klasik çağda Yunan sitesindeki farklar saptanmakla kalmaz, kuramsallaştırılır, yani doğrulanırdı. Ben'in üstünlüğü ifade edilirdi. Atinalı olmaları için ötekilere dayatmada bulunulmazdı; toplumun bütünlüğü farklar sayesinde sağlanırdı…Atina'da eşitlik tutkusu, siyasal topluluk olarak örgütlenmiş yurttaşlardan oluşan dar çember içinde ifade edilebiliyordu. (2005:37)

Kısacası Atina toplumu içerisinde öteki olmayı yurttaşlık ilkeleri belirliyordu. Yunanlılar arasında baştan kabul görmüş doğal bir fark bulunmaktaydı: Özgür insanlar, ve köleler. Bu temel ayrım köleliği doğruluyordu. Bazı insanlar, doğaları gereği köleliğe hasredilmişti. (2005:38) Özgür insanların da sadece bir kısmı yurttaş olabilirdi.

Aile reislerinin araya gelmesiyle oluşan yurttaşlar topluluğunda polis, çeşitli sıfatlarla toplumsal yaşama katılan köleleri, çocukları, bazen yaşlıları, yabancıları dışlıyordu. Öyle ki dışlanmaları doğa bir sonuç olduğundan dolayı, Schnapper Aristoteles’in kadınlardan söz etmeye gerek duymadığının altını çizer:

Yurttaşlığın silah kullanmaya sıkı sıkıya bağlı olduğu savaşçı toplumlarda erkeklerin üstünlüğü doğal karşılanıyordu…Aristoteles hayvanlar âleminin tümünde erkeklerin üstün olmasının bir başka doğal olgu olduğunu belirtiyordu. Erkekler kendilerini savaşa ve siyasete, kadınlar ise ev yaşantısına adarlar, dolayısıyla da hukuki özerklikleri yoktur. Evlilik iki erkek arasında, baba ile koca arasında yapılan bir sözleşmeydi; kadınlar, kamu yaşamından dışlanmış yaşıyorlardı. (2005:39-40)

Hukuksal açıdan bir örnek vermek daha gerekirse, bir köle azat edildikten sonra oldukça zor bir biçimde sınıf atlayabilirdi; bunun gerçekleşmesi, ‘kadın’ olmadığı sürece imkânsız değildi. Kıscası, hukuk, din, yurttaşlık statüsü bakımından kadınlar tamamen aşağıdaydılar. (2005:39-40)

Öte yandan yurttaş erkekler arasında da yaş, maddi birikim, ve meslek gibi koşulları gibi kamu yaşamına katılmayı sınırlayan kıstaslar bulunmaktaydı. (2005:37)

Dillerini anlamadıkları için, karşıdan gelen seslere bla-bla-bla yakıştırması yapan Yunanlılara, dışarıdan gelen barbarların kendi kültürüne ve siyaset anlayışlarına tamamen yabancı oldukları kanısındaydılar. Kökenlerini Doğu krallıklarından aldıkları için de bu derece yabancı, bu drece Barbar ve yurttaş olma bilinci, yasa, özgürlük gibi ‘yüksek’ değerlerden habersizdiler: Böylece, doğaları gereği köleliğe yatkın olmaları gerekiyordu. (2005:37-38)

Hem toplum içindekiler, hem de dışındakiler polis’in çıkarları doğrultusunda bu yönde şekillendikten sonra, bu ‘farkçı’ felsefenin kuramlaştırılması kolaylaşmıştır. Atina’da Öteki, dışlanmasa da kendi özellikleriyle kabul edilmeyen bir ‘öteki’ olarak varlığını sürdürmüştür. Statü farklarının doğa tarafından doğrulandığı bu toplumda, bu kategorilendirmenin görece olumlu bir yanı olarak Schnapper şu saptamada bulunmaktadır:

“Bu yaklaşım, en azından çok yakın kategorilerin birbirine tahammülünü, en iyi ihtimalle göreli olarak kolaylaştırmaya yaradı. Ne cinsiyet ne de derinin rengi, birilerini insan türünün dışına atmaya yetiyordu. Her ne kadar yalnızca yurttaşlar, insan olma kaderini siyasal etkinlikleriyle tam anlamıyla yaşayabilseler de, Barbarlar ve köleler, esas olarak daha aşağıda olmakla birlikte insanlığın bir parçası kabul ediliyorlardı.” (2005:41-42)

Hıristiyanlık ve Öteki Oluşumu

Öteki olmanın ana hatları böylece belirlendikten sonra, Ortaçağ Avrupa’sında pagan Atinalıların yönelmediği bir farklılık daha ‘ben’i tanımlamaya başlar: Hıristiyanlık.

‘Mesajı evrensel kardeşlik’ olan bir din, 12. ve 13.yy’da siyasi olarak örgütlenmiş, bu dönemlere kadar da evrimini tamamlayan Avrupa toplumunun kendi içine kapanması yönünde kullanılmıştır; ve c’in Jacques Le Goff'dan alıntıladığı üzere 14yy. "dinsel ırkçılık" siyasi örgütlenmenin bir parçası olmuştur. (2005:42-43) :

“ ‘Ortaçağ Hıristiyanları, insanlığın geri kalanını’ Hıristiyanlığa göre ‘tanımladıkları, kendilerini ötekilere göre konumladıkları’ için Hıristiyan olmayanlarla kurulan ilişkiler de bu birlik iradesini yansıtıyordu.” (Le Goff’den aktaran Schnapper; 2005:43)

Doğu (sapkın Bizans) ve Batı Hıristiyanları (Kutsal Roma) arasındaki çekişmenin ve sınıflandırmanın yanı sıra asıl öteki ve tamamen düşman olan Müslümanlardı. Müslümanlığın kuzey Afrika’ya doğru yayılması ve Hıristiyanların kutsal topraklara ardı ardına düzenledikleri Haçlı seferleri aradaki uçurumu daha da belirginleştirmiştir. Hıristiyanlığın evrensel mesajı Müslümanlara, yani Kâfirler için geçerli değildi: şeytanın uşakları olan Müslümanlar kesinlikle alt-insanlardı. (2005:43-44)

Hıristiyanlık dinine mensup olmak, değerlerin ve davranışların tek mutlak ölçütüydü.” Fakat Hıristiyan olmak da yetmiyordu; belirlenen çeşitli kıstaslar toplum içindeki bazı gruplara karşı ‘din adına’ kelimenin tam anlamıyla dışlama ve zulmü örgütlemiş ve meşru kılmıştır. Kafir Müslümanların yanı sıra sapkınlar, Yahudiler ve cüzzamlılar alt-insan düzeyine indirilmişlerdir. (2005:45-46)

Kilisenin düzenine ve mal varlığına sesini çıkartan, ilk havarilerin öğretilerine dönmek isteyenler ‘sapkın’ olarak nitelendirildi; topluma dine ihanetle suçlandılar; haklarında her türlü ticaret ve mal varlığı yasağı getirildi. Fakat 1000’li yıllara gelindiğinde Yahudi karşıtlığı da katliamı meşrulaştıran Haçlı sefeleri sayesinden çığrından çıkmış bir hal almıştır. Müslümanlardan sonra, “Yahudiler de Şeytan'ın ‘ayrıcalıklı’ uşakları olmuşlardır”. Çeşitli toplumsal hakları (silah taşıma, arazi sahibi olma, zanaatkar ve tüccar loncalarına girme vb.) ellerinden alınmıştır.

Öte yandan üçüncü ‘ötekiler’ olan cüzamlılar diğer insanlardan mutlak biçimde dışlanmışlardır. Schnapper sağlıklı Hıristiyanların toplumu “hastalıklardan” ayıklamasını şu sözlerle özetler:

“Kilise'ye, de­ğirmenlere, fırınlara, pazarlara, çeşmelere, meyhanelere ve hastanelere gitmeleri, Hıristiyan mezarlarına gömülmeleri yasaklandı. Kentlerden kovuldular ve başlarına gelebilecek en iyi şey, şehir mekânının dışında kurulmuş cüzzam hastanelerine kapatılarak ağır bir disiplin altında tu­tulmaktı: Cinsiyetlere göre ayrıldılar, gündelik yaşamlarına katı kural­lar getirildi, içmeleri ve oyun oynamaları yasaklandı…Zaten hastalar, sakatlar ve özürlüler de benzer muameleye tabi tutuluyorlardı: Fiziksel yoksunluklar günahın dış işaretleri, Tanrı'nın günah işleyene verdiği ceza olarak görülüyordu. (2005:46-47)

Öta yandan her dışlanmışın aynı özellikleri taşıdığını varsaymak da ötekinin tektipleşitirlerek, bilinmezinin azaltılması; korku unsunun mümkün mertebe bertaraf edilmesi olarak okunabilir:

“Cüzzamlıların yırtık pırtık pis giysileri, yuvalarından uğramış gözleri ve boğuk sesleri sapkınlara da atfediliyordu. Hepsi çöplerle, kokuşmuş ve çürümüş kokularla ilişkilendiriliyor, canavarlara özgü fiziksel özelliklerle tarif ediliyorlardı.” (2005:47)

Belki de ilk ‘şehir efsaneleri’ olan bu tip söylentilerin ve inanışların yaygınlaşmasıyla sapkınların hapsedilmesi, cüzzamlıların karantinaya alınmaları ve Yahudilere kent içinde özel mahallelerin (gettoların tohumları) ayrılması kolaylaşmıştır; ve yukarda da belirtildiği üzere tüm bu toplulukların sosyal yaşamdaki hakları ellerinden alınmıştır. (2005: 48)

Schnapper bu tutumu siyasi ve ekonomik örgütlenmenin (feodal düzende derebeyleri ve kilise ilişkisinin) bir sonucu olarak, toplumun ‘itaatkâr olacak bireyler’ yönünde tek tipleştirilmesi olduğunu iddia eder. Ve sözlerini, demirbaş renk ayrımının coğrafi keşifler öncesinde nasıl temellendiği üstüne sürdürür:

“ Yahudiler ve Siyahlar hakkında bize miras kalan toplumsal gösterimler bu dönemde billurlaştı. Bundan böyle beyazın yan anlamı olumlu, siyahınki ise olumsuzdu. Ham'ın soyundan gelen Siyahlar karanlığın, yani kötülüğün simgesine dönüştüler. Pagan inanışındaki Yahudi karşıtlığı, Siyahlar ile kölelik arasında kurulan ilişki Hıristiyan toplumunun oluşumundan önce de vardı. Ancak, hem şeytanın hem de ölümün siyahla tanımlanması ve hayvanlarla ilgili öykü kitaplarında derisi siyah olan insanın, insan ile hayvan arasında görülmesi Ortaçağ'a rastlar. Fiziksel bakımdan hemen ayırt edilebilecek Yahudi imgesi de Ortaçağ'da belirdi..Beyazlar ile Siyahların ikili karşıtlıklarında evrensel sayılabilecek bir simgeciliğin; aydınlık ile karanlığın, gündüz ile gecenin, erdem ile fenanın, vb. izleri vardı..” (2005: 49)

Bu düzenek içinde oluşan semboller, yüzyıllar boyunca gücü, yani iktidarı elinde bulunduran Avrupalı, Hıristiyan beyaz erkek tarafından desteklenerek, kesin çizgilerini daha da kalınlaştırarak devam etti.

Coğrafi Keşifler ve Öteki

Öte yandan, insanlığın uzak diyarları keşfetme ve pragmatik olarak daha kısa yoldan ticaret yapma güdüsü ‘gemlenemez’. İnsanlık tarihinde 15.-16yy.’ın coğrafi keşifleri, Avrupa için ve dünyanın ‘geri kalan’ coğrafyaları (ve toplumları) için her açıdan dönüm noktası olmuştur. “Tanımadığım ve ‘ben’den olmayan yabancılar” bir anda artış göstermiştir. Schnapper’in tespitlerine göre, Avrupa’nın –yukarda açıklamaya çalıştığımız- mutlak tekil ‘öteki’ düşüncesinden, keşifler sonrasında kopmalar gerçekleşmiştir:

“Bilinen dünya genişlemeye başladığı andan itibaren Avrupa toplumu da yüzlerce toplumdan biri oluverdi…Yeni Dünya'nın keşfinin Avrupalılarda Öteki'ni ve kendini düşünme tarzında kopmaya yol açmasının nedeni, onların bu keşiflerden sonra kendi toplumlarının varlığını görelileştirmek zorunda kalmalarıdır. Bilinen dünyanın genişlemeye başlamasıyla birlikte Avrupa toplumunda yeni yeni sorular biçimlenmeye başlamıştır. :‘Ötekilerin geleneklerini ve değerlerini yargılarken kendi geleneklerimizi ve değerlerimizi ölçüt alıyoruz; oysa bunlar, başka pek çoklarının yanında yalnızca olası tercihlerden biri değil mi?’” (2005:50-55) (alıntı: Montaigne, aktaran Schnapper. 2005:50)

Keşiflerle birlikte ‘farklılığını’ algılayan Avrupa, macerasının en başından itibaren bilinmeyen diyarlara gitme, fethetme yetkisini kendisinde görmüş ve Haçlı Seferleri’nden kalma bir miras ile kendisinden ‘aşağı varlıklara’, yüksek Hıristiyan uygarlığını taşıma misyonu ile yola çıkmıştır. İlahi din olgusu, hem gitme eylemenin, hem deniz aşırı sefere sürüklenenleri, hem de geride bırakılanları ikna eden en meşru zemin olarak kullanılmıştır. Üstelik giden de, geride kalan da bu yüze ‘ülküye’ sonuna kadar inanmaktadır. En bilinen örneklerden Kristof Kolomb fethini, Hıristiyanlığı yayma amacı ile meşrulaştırıyordu:

“Adamlarını peşinden sürüklemek için zenginleşecekleri argümanını kullanıyor ancak bu maceranın nihai hedefini ortaya koyup onu doğrulamaya çalışırken, paganları ya da vahşileri Hıristiyanlaştırmaktan söz ediyordu hep. Altına el koymanın Kolomb için taşıdığı anlam dinsel amaçlar uğruna imkân yaratmaktı.” (2005:56)

Öte yandan bu fethin fethedilen tarafındaki yansıması modern deyişle tam bir travmadır. Kıtalarla birlikte sömürgenin de anlamını yeniden keşfeden Avrupalı kaşifin ilk şaşkınlığını attıktan sonra yapması gereken bellidir. Keşfettiği ‘öteki’ özne değil nesnedir. Onun bireyselliği yoktur ve ötekiyi algılamak için herhangi bir çaba sarf edilmez. Gene Kolomb ve Kızılderililer karşılaşması üstünden örneklendirilirse:

“…Kızılderilileri keşfettiğinde onları algılamaya çalışmadı; tek hedefi onları döndürmekti. Onların dilini anlamıyor ve geleneklerinin anlamını hiç bilmiyordu; bu cehaletten nasıl kurtulabileceğini hiç düşünmedi. Ötekileri kesin olarak olumsuz bir biçimde betimliyordu onları: "Her şeyden yoksun", "ne mezhep var ne de put", "silahları da yok yasaları da". Fiziksel olarak giysiden yoksun olan Kızılderililer imandan, kraldan, yasadan, kısacası kültürden yoksun oldukları için Hıristiyanlık kültürü ile İspanyol kültürüne asimile edilmeye de uygundular. (2005:56)

‘Ben de olanı ona zorla kabul ettirmek hakkımdır’ savunusu, “asimilasyoncu siyasetin hem işareti hem de aracıdır.” (2005:56)

Aristo’nun “Onlar, doğası gereği köledirler” mantığı, 16.yy’da kendi hallerinde doğan- yaşayan-ölen Kızılderililerin keşfedilmesi ile küllerinden yeniden doğar: “1519'da Barcelona'da, piskopos Quevedo, Aristoteles'in formülünü yeniden ele alıp şu açıklamayı yapmıştı: "Kızılderililere gelince, gerek tanıdıklarım gerekse hakkında bilgi edindiğim diğer bölgelerin Kızılderilileri aşağı varlıklardır, doğaları gereği köledirler". (2005:58)

Bu yeni toplumların eğilip, bükülmesi şüphesiz ki beyaz, Avrupalı, Hıristiyan, (zengin) erkek uygarlığı ile yeniden biçimlendirilmesi gerekiyordu. Robinson bile ilkel ve vahşi Cuma’yı bu amaç doğrultusunda eğitmemiş miydi? : ‘Hangi coğrafyada olduğumuz fark etmez kendi hiyerarşik toplum düzenimizi pekâlâ her yeni topluluğa uygulayabiliriz; üstelik bunun için bize minnettar kalmalılar’ inancı 16yy. düşünürlerinin pek çoğunun ortaklaşa dile getirdiği bir söylemdi. (2005:59) “Her zıtlığın diyalektiğinde olduğu gibi, iyi kötüye egemendir.” düşüncesinden yola çıkmış olan Sepulveda, bu toplulukların yönetilmesi üzerine dört "gerekçe" sıralamaktadır:

1. Doğaları gereği köle olmaya yatkın insanları silahla köleleştirmek meşrudur.

2. Tanrı karşısında günah anlamına gelen yamyamlık ve insan kurban etme gibi suçları cezalandırmak meşrudur.

3- Hakiki imanı yayma yolunu misyonerlere açtığı için Kâfirler ile savaşmak mubahtır;

4. Tanrılara sunmak için kurban edip öldürdükleri masumları kurtarmak için silahlı müdahalede bulunmak meşrudur. (aktaran, Schnapper, 2005:59)

Böylece, kutsal din adına Öteki ile savaşmanın meşru çemberi tamamlanmaktadır.

Öte yandan bu argümanlara ve köleleştirmeye karşı çıkan düşünürler olmakla beraber, onlar da bir gün ‘ötekinin’ iyi birer Hıristiyan olabileceğine gönülden inanıyorlardı. Yeter ki horlanmadan, düzgün biçimde Tanrının yolunda eğitilebilsinler: “Ne denli yontulmamış ve yetersiz uygarlaşmış olurlarsa olsunlar, saplandıkları günahlar ne denli korkunç ya da hayvani olursa olsun, İsa'nın öğretisini alamayacak ve böylelikle sağlığına yeniden kavuşamayacak insan olamaz.” (Las Casas, aktaran Schnapper, 2005:59-60)

İman yolunda da olsa, sözleri hümanistçe yorumlanabilecek Dominiken Las Casas'ın, Schnapper,’e göre tek niyeti, Kızılderilileri Hıristiyanlık öğretisi içerisinde asimile edebilmekti. Fakat amacı gerçekleştirme sürecinde Las Casas’ın araçları ‘iyi örnek olma, yumuşaklıktan ve vaazdan yararlanma, dini şiddet kullanarak dayatmaktan ve geleneksel kültürleri kabalıkla yok etmekten ve üyelerini dışlamaktan kaçınma’ olmalıydı: “Müslümanların aksine Kızılderililer Hıristiyanlığın bütün erdemleriyle donatılmıştır; onlar kendinin farkında olmayan Hıristiyanlardır.” (2005:61) Öteki'ni kendiyle özdeşleştirmenin bir örneği olan bu mantık üstüne psikanalitik bir alt okuma yapmak mümkündür: “Ötekiyi benden yaparsam yabancılığı, yabaniliği azalır; hatta kalmaz. Tehlikenin boyutlarını hafifler.”

Sonuçta, Avrupa uygarlığı Aydınlanmaya adım atarken, önünde sadece kendi coğrafyasında sınıflandırması gereken insan toplulukları yoktu; artık tanımlaması gereken yeni ‘renklerde’ insanlar, adlandırması gereken kendine yabancı, farklı kültürler vardı ve hiçbirinin kendisiyle boy ölçüşebileceğini dahi hesaba katmadan tüm bu kategorilendirmeyi yapması, stratejisini ona göre belirlemesi gerekiyordu. Robert Bernasconi’nin John Locke’tan aktardığı görüşlere göre, Kategorilere ayırma meselesi önemliydi. Yeni doğan bir kişinin beslenip beslenmeyeceği veya vaftiz edilip edilmeyeceği buna bağlıydı.” (Bernasconi,2007:17). ‘Öteki’yi yüzyıllar evvel oluşturmuş Avrupa’ya, şimdi elindeki malzemeleri oturtması için sistematik bir çatı gerekliydi. Aranan cevap çok gecikmeden modernizm aydınlanmasından geldi: Irkçılık.

Bu bağlamda, Schnapper ne tam Antik Yunan’ın doğrudan ırkçılığı doğurduğunu söylemektedir, ne de asimilasyonun ve sömürgeciliğin ilk örneklerini vermiş olmasına rağmen okyanus aşırı ‘imanlı’ kâşifleri düz anlamıyla ırkçılar olarak yargılamaktadır. Bir başka araştırmacı Mehmet Taş da köleliğe dayandırılan önceki savları reddederek klasik ırkçılığın aydınlanmanın ürünü olduğunun altını çizer:

“…Avrupalı gezginler, misyonerler ve etnologlar bitkileri, hayvanları ve insanları sınıflandırmak için ırkçılıktan geniş ölçüde yararlandılar. Avrupalılar ırkçılığı modernleşmedeki farklılıkları be­lirlemek amacıyla kullandılar. Sonuçta ırkçılık Batı me­deniyetinin üstünlüğünü ifade eden bir teoriye dönüştü.” (Taş,1999:41)

IRKÇILIK

Robert Bernasconi’nin ırk kavramını ve ırkçılığı irdelediği, “Irk Kavramını Kim İcat Etti?” başlıklı makalesi, başlıktaki “cezbedici” sorunun cevabını incelemenin sonuna bırakıp, öncellikle kavramsal bir tanımlama yapar :“Irk kavramının icadı, insan topluluklarının renk esasına, geldikleri yerlere ve diğer özelliklere göre kabaca ayrılmaya başlamasından ve daha öncesinde zaman zaman "ırklar" diye söz edi­len şeyin içine sokulmasından belli bir zaman sonra gerçekleşmiştir.” (Bernasconi, 2007:33). Kelimeolaraksa Irkçılık”ın İngilizce’ye, -ifade ettiği kavramsal boyuttan ve edimden- çok daha sonra, 1930’larda girmiş bir sözcük olduğunu belirtmektedir.

Türkçe’de “Kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu:” (1)şeklinde tanımlanan ırk teriminin, çağdaş anlamını içerecek şekilde ilk amaçlı kullanılışı, 17yy. sonunda François Bernier'in yazdığı kabul edilen ve dünyadaki insanları dört ya da beş değişik tipe ayrıldığı kitapta saptanmıştır. (Bernasconi, 2007:36). Fakat Bernier'in ne tutarlı bir terminoloji kullanmış, ne de kesin sınıflandırmalara gitmiştir. Bu anlamda Bernasconi, Bernier’in “ırk ya da tür kavramıyla ilgili tek teorik çabasının farklı tohumlara gönderme yapması olarak” yorumlamaktadır; yani, bir insanın belli bir özelliği (metinde bu güzellik olarak geçer) sadece yaşadığı coğrafyanın suyundan, havasından kaynaklanmaz; “aynı zamanda belli ırklara ve türlere özgü tohumdan da do­ğar" (2007:36).

Irkın ve ırkçılığın tarihsel sürecinin peşine düşmüş olan Bernasconi, makalesinin başlığında sorduğu soruya, her ne kadar tek bir yaratıcıyı işaret ederek “Şudur!” cevabını vermeği doğru bulmasa da, illa birisinin ilk ırk teorisinin yaratı­cısı olarak gösterilmesi gerekiyorsa, bu kişinin Alman filozofu Immanuel Kant olması gerektiğini belirtir. (2007:38). 18yy. Aydınlanma rasyonalitesine adını altın harflerle yazdıran Kant, ırk için şu tanımlamayı getirmiştir: ek ve aynı so­ya ait hayvanlar arasındaki, kalıtım yoluyla şaşmaz bir bi­çimde geçen, sınıf ayrımı” (Aktaran Bernasconi, 2007:38)

Yazar ismi ırk tarihi araştırmalarında anılan diğer araştırmacıların da çeşitli teorilerine, (insa­noğlunu daha önce “hayvanlar ve bitkiler için yapılmış olan biçimsel sı­nıflandırmanın içine” sokan ilk kişi olan Linnaeus ve “birlikte üreyebilen benzer bireylerin sürekli bir ardışıklığını” tür olarak tanımlayan Buffon) ve sınıflandırmalarına örneklerle girdikten sonra, Kant’la kronolojik ve teori düzeyinde en yakın araştırmacı olan Blumenbach’ın ismini anarak, ırk tartışmasına katkılarına değinir. Kant’ın, “ırk kavramına daha önce sahip olmadığı entelektüel tutarlılığı veren ilk düşünür” olduğunu belirtse de Blumenbach'ın çalışmasının, “Kant'ın neredeyse renkten başka her şeyi dışlayan ırk sınıflandırmasını bir anda modası geçmiş hale getirdiğine” değinmeden de geçemez.

Öyleyse Kant’ın bu bütünlük arz eden ama dayanağı çabuk sarsılan iddiası neydi? Sözü tekrar Bernasconi’nin anlatımına bırakırsak:

Kant "Farklı İnsan Irkları Üzerine" (1775) adlı çalışmasının büyük bir bölümünde insanlarda görülen farklılıkları deri rengine göre açıklamaya çalıştı ve bu farklılıklara göre ırkları dörde ayırdı: Beyazlar, Siyahlar, Hintliler ve Kalmuklar. Bu farklılıkların oluşumunu da havanın ve güneşin etkisiyle açıkladı. Bu gelişmelerin önceden yapılanmış olması gerektiğini, bir rastlantı sonucu olarak ya da salt mekanik yasaların uygulanmasıyla anlaşılmayacaklarını iddia etti. Kant, doğanın kendi düzeni içinde insanların nüvelerle ya da tohumlarla (Keime) ve sonradan iklim koşullarının etkisiyle gelişen ya da gerileyen doğal eğilimlerle (Anlagen) donatılmış olduklarını öne sürdü. Bu demekti ki, bütün ırkların tohumları başlangıçta herkeste gizli olarak vardı ve uygun tohum, çevre koşullarından doğan bir ereğe hizmet etmek için etkinlik kazanmıştı. Bu nedenle Kant'ın yaklaşımı, dönemin eğilimi olan mekanik açıklamalar getirmeye karşıt olarak, erekselliğin biyoloji içinde kullanımını desteklemekti. Mekanik açıklamalar, türlerde ya da türlerin bölümlerinde oluşabilecek daha ileri derecedeki değişiklikleri görmekte yararlı olabilirdi. Oysa Kant, diğer tüm evrimsel teorileri reddettiği gibi, bunu da reddetmişti. Ona göre böyle değişimler önceden yapılanmıştı ve geri döndürülemezlerdi. (2007:53) (Koyulaştırmalar orijinal metinde yoktur.)

Robert Bernasconi Kant’ın, “ırkın geri döndürülemeyecek bir tür-dışına-sapma olduğunu” 1775’te belirttiğini ve 1785'te ve tekrar 1788'de bu konunun vurgulandığını aktarır. Öyle ki “ırk, iklim koşullarındaki değişikliklerle sonradan bozulabilir bir şey değildir, süreklidir. Başlangıçtaki koşullar içinde hangi tohum etkinlik kazanmışsa kazanmış, diğerleri edilgin kalmıştır.” Bu görüşün savunulması, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde (1781) ileri sürdüğü ve aklın sınırlarına dair sistemli argümanlar geliştirdiği, “sentetik a priori”(2) kavramlarla paralellik göstermesi açısından önemlidir. Özellikle paragrafın son cümlesinde belirtilen ve deneyim içermese de öyle olduğundan kuşku duymadığımız bilginin, ırkların oluşumuna atfedilmesi ve bu ‘evre’nin değiştirilemez olması, herhangi bir sosyolojik veya tarihsel yargının saptaması değil, üstüne ideoloji kurulan ırkçılığın temel yapısını oluşturması açısından oldukça önemlidir. Zira, kurduğu tüm bilgi kuramında Kant’ın hedeflediği nokta, tarihin her döneminde evrensel geçerliliği olan bir doğrululuğa ulaşmaktı. Bu mutlak bilgi arayışının ortaya çıkardığı sosyo-politik sonuçlara ilerde değinilecektir.

Öte yandan, ırk kavramı üstüne kurduğu renk kıstası, ırkları tanımlamakta yetersiz kalıp bazı açmazlara düştüğünde, dönemin diğer araştırmacıları tarafından rengin ayırt edici olma özelliği hızla çürütülmeye çalışılmıştır. (3)Fakat bu çıkmaza rağmen Kant, “ırk ile çeşitlilik arasındaki ayrımı açıkça ortaya koymuştur: Irk, zürriyette kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkan kalıtsal özelliklerle belirlenmiştir. Oysa ki çeşitlilikte böyle bir şey söz konusu değildir.” (2007:46)

Tüm bu bilgilerden ve saptamalardan sonra şu soruyu sorabiliriz: Irk ayrıştırmasında renk baz alınırsa ne olur? Eğer rengi temele oturttuğunuz düşünsel zemin ‘beyaz’sa, ki aydınlanmanın beyaz entelektüel erkekler çerçevesinde geliştiğini kabul edersek, şüphesiz ki hiyerarşik başlangıç noktanız beyaz’dan siyah’a doğru ‘inen’ bir çizgiyi takip edecektir. Bu nokta da, incelememizin başında ‘ben’ üstünden ötekiyi tanımlama içgüdüsüne geri dönersek, nesnel olduklarını iddia eden aydınlanmacıların içine düştükleri çıkmazı ve kendi argümanlarını dahi çözememelerini anlayabiliriz.

Beyaz (sömürgeci ve kölelik yanlısı) seviyeye ulaşmıştı ki, Bernasconi, Ephraim Chambers’tan (1728 tarihli) yaptığı bir alıntıyla 'ne menem bir şey olduğu anlaşılamayan öteki’ yi şu sözlerle tarif eder: Zencilerin kökeni ve görünümlerindeki belirgin farklılığın nedeni doğa bi­limcilerin zihnini büyük ölçüde karıştırmıştır. Bu konuda henüz tatmin edici bir şey sunulmuş da değildir”(aktaran Bernasconi, 2007:55) Beyaz düşünür (ya da bilim adamı) kendisine ‘Ben neden beyazım?’ diye küçültücü bir soru sormanın gereğini hiçbir şekilde duymazken, Siyahların neden siyah olduğu sorusu on seki­zinci yüzyıl boyunca bilimcileri meşgul etmiştir.”(2007:56) Günümüzde ancak deli saçması olarak nitelendirilebilecek bir iddianın, dönemin önde gelen teorisyeni Buffon tarafından dile getirilmiş ve kanıtlarla savunulmuş olması, Avrupa aydınlanmasının ‘ben: beyaz erkek’ merkeziyetçiliğinde döndüğünü ve ötekiyi bilimsel olarak daha da vahşice ötekileştirdiğini göstermektedir:

“ ‘Afrikalılar kuzeye getirilmiş olsalardı, derilerinin rengi yavaş yavaş da olsa zamanla açılır ve sonunda Kuzeyliler gibi Beyaz olurlardı.’ (Buffon HN III 523-24; Aktaran Bernasconi,2007:56 )...Senegal'den Siyahların, beyaz tenli, sarı saçlı ve mavi gözlü insanların ülkesi olan Danimarka'ya getirilmelerini önermiştir. Siyahlar yalnız ‘kendi kadınlarıyla’ çevrili olsalar ve bütün olası melezleşmeler engellenmiş olsa, o zaman ‘insanoğlunun doğasının ne kadar sürede yeniden eski haline kavuşacağını’ öğrenebileceğimizi ileri sürmüştür. ‘Yeniden eski haline kavuşmak’ terimi hiç kuşkusuz Buffon'un beyazın orijinal renk olduğuna inanmasından kaynaklanmaktadır.” (2007:57)

Kant’ın siyahlar için (genel olarak Afrikalı’lar) tanımladığı ırk kategorisi Buffon’dan yalnızca ‘geriye döndürülebilir(-di)’ argümanıyla ayrılmaktadır. Bu noktada, kendi metninden doğrudan yapılmış, kısa alıntılara yer vermek gerekmektedir:




  • Ama en çok dile düşmüş yorumu, Güzel ve Yü­ce Duygusu Üzerine Gözlemler'âe bir nükte yapıyormuş havası içinde dile getirdiği, birisinin baştan aşağı kara olduğu gerçeğinin onun aptal olması için açık bir kanıt olduğu gözlemiydi. (2007:38)

  • Kant'ın ırk üzerine yazdığı ilk makalesinde, ırka dair farklılıkların (bu, renk ayrımı anlamına geliyordu) bir rastlantı sonucu değil, doğal bir erekle var olduğu varsayılmış ancak bu tartı­şılmamıştı. 1785'te yazılmış olan makalede, rengin bu ereksel doğası­nın sadece Afrika kökenlilerde görülebilir olduğu söylenmiştir (AA VIII 103). ”( Bernasconi, 2007:58)

  • Aslında Kant, Güney Denizi Adalılarının ger­çek renklerinin, onlardan birisi Avrupa'da doğana kadar kesin olarak anlaşılamayacağını iddia etti (AA VIII92). ”( Bernasconi, 2007:57)



Dönemin bir başka ünlü düşünürü J. G. Herder, ırkların şekillenişinin kesinleştiğine karşı çıkarak Kant’a karşı görüşler öne sürmüş, çeşitliliğin göz ardı edilmemesi gerektiğini ve halkların farklı özelliklerinin doğanın akışı içerisinde değişebileceğini savunmuştur. (2007:60) Bu noktada, oldukça tehlikeli sonuçlara varan ‘kesin bilgi arayışı’na bıraktığımız yerden geri dönebiliriz.

Şayet Robert Bernasconi’nin metnini temel alıp ‘faşizmin kökeni Immanuel Kant’tır saptamasında bulunursak yanılmış olmayız. Araştırmacı Kant’ın, “ırklar arası karışımın her iki ebeveynin de özelliklerini taşıyan ve her iki ırka da ait olan çocuklar meydana getireceğinden emin olduğunu” (2007:61) belirtikten sonra, şu sözleri ekler: “Ama ırkların karışmasına karşıydı.” Bu kesinlik kuramını, kendi içsel inancıyla besleyen ve bunu akademik dünyaya bilimsel olarak sunan düşünürün, Ari ırkın temizlenmesi gerektiğini savunan 20.yy faşist Almanya’sının övündüğü felsefeci olması tesadüf müdür?

“Irkların kaynaştırılması önerilmeli mi? Irklar birbiri içinde erimezler ve eritilmemelidirler. Beyazlar alçalırlar. Çünkü her ırk Avrupalıların geleneklerine ve ahlaki değerlerine uyum sağlayamaz.” (aktaran, Bernasconi, 2007:63)

“Kant ırkların karışmasına karşı yeni bir argüman öne sürmemişse de, bu sava o güne kadar sahip olmadığı bir kesinlik kazandırmıştır. Çünkü kendi içinde ırkların karışmasına zaten karşıt olmayı barındıran bir ırk kavramı geliştirmiştir.”

İddialarını çürütmek için Bernasconi’yi sert bir Kant ve aydınlanmacı karşıtı olarak varsaysak ve Kant’ın bu sözleri doğrudan söylediği hiçbir metne şahsen ulaşamasak dahi, Bernasconi’nin altını çizdiği kesinlik noktası, kavramın altında imzası olmasa dahi, bizi Kant’ın kapısına götüren anahtardır. İçinde ‘ırk kavramı’ geçen hiçbir metnine dahi ulaşılamasa, Saf Aklın Eleştirisi’nin yazarının, aklın bilebileceğinin sınırlarını çizmesi ve kategorilendirmesinden yola çıkılarak ırk kavramı için, (ya da ele alabileceği her hangi başka bir olgu için) nasıl bir kesinlikle konuşacağını, neyi alıp, neyi dışarıda bırakabileceğini tahmin edebiliriz; ki, düşünürün kendisinin de nihai hedefi olan “zamanı alt eden hakikat” arayışı bizi Kant’ın aydınlanmacı felsefesine ulaştıracaktır.

“İnsanın yaratılışı konusundaki anlaşmazlıklar, ırk kavramının, Kant'tan aldığı özel şekle sahip olarak inşa edilmesine yol açtıysa da, işin içinde daha pek çok faktör rol oynuyordu. Kölelik acil bir konu değildi ama Avrupa'daki doğa tarihçileri ve felsefeciler gitgide daha çok bu tartışmaları göz önüne alarak seyahatnamelere dayanan makaleler yazıyorlardı. Daha da önemlisi, siyahlık olgusu karşısında beyazlar, başka ırklarla olan ilişkilerinde yaşamadıkları aşırı bir şaşkınlık ve hatta iğrenme duyuyorlardı. Bu o kadar akıldışı bir tepkiydi ki, sanki on sekizinci yüzyıl Avrupa düşüncesi onu doğanın erekselliğinin ayrıcalıklı bir örneği haline getirerek gösterebiliyordu sadece” (koyulaştırmalar orijinal metinde yoktur. Bernasconi, 2007:63)

Türkiye’nin resmi dil kurumu “ırkçılık” kelimesinin dile tam ne zaman girdiğinin bir tarihini vermese de, açıklama için “İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren öğreti” tanımını kullanmaktadır. Yani aydınlanmanın oturttuğu içerik anlamından hiçbir şey kaybetmeden, görece yeni dillere yerleşip -fiilen de etkisinden fazlaca bir şey yitirmeden-, yaşamaktadır.

Irk ve akabinde ırkçılık kavramının temellendirilmesine tarihsel süreçte değindikten sonra, incelememizin bundan sonraki bölümü ırkçılığın beslediği bir başka ötekicilik olan ‘Şarkiyatçılık’a eğilecektir. Bu alanın incelenmesinde büyük katkısı olan Edward Said’in aynı isimli kitabından yola çıkılarak, aydınlanma ırkçılığın temel alan Batının (Avrupa’nın) doğuya bakışını ve doğuyu ötekileştirerek şarklaştırması incelenecektir.

(1) http://www.tdk.gov.tr Genel Türkçe Sözlük
(2) “Sentetik a priori” (kavramda içkin olmayan ve deneyimden önce gelen) bilgi için Thedor W.Adorno, ‘Kants, “Kritik der reinen Vernunft”, başlıklı ders notlarında şu açıklamalarda bulunur: “Yargılar sentetik ya da analitik olabilir. Yani, yüklemdeki kavram özne­deki kavrama bir şey ekler; ya da daha kesin söyleyecek olursak, yüklemdeki kavram, öznenin kavramında kapsanmış değildir. Durumun böyle olmadığı zamanlarda, başka bir deyişle, yeni bir şey ekleyen ve bizim "ampliyatif yar­gı" diyeceğimiz bir yargımız varsa, sentetik yargılardan bahsediyoruz de­mektir. Böyle olmayan bir durumda, yüklem öznenin sadece bir tekrarı ol­duğunda, öznenin tanımında ima edildiğinde, analitik yargılardan söz ediyoruzdur. Bu durumda yargı sadece bir analizdir, kendi öznesinin salt bir analizi; öznede bulunan şeyi açığa çıkarır. Diğer bir deyişle, analitik yargıla­rın hepsi aslında totolojidir...Kant bu kavramlarla a priori ve a posteriori kavramlarını birleştirir. Ana­litik kavramların hepsinin a priori olduğu apaçıktır, yani hepsi kesinlikle ve koşulsuzca geçerlidir - totolojik oldukları için. Çünkü onlar gerçekte yargı değildirler, çürütülemezler. Onlar sadece baştan kabul edilmiş tanımların tekrarlandır. Öte yanda sentetik yargılar a priori ya da a posteriori olabilir­ler. Yani, bir şey hakkında bir bildirim yapar, bir yargıda bulunursanız, o halde bu ya deneyimden doğar (Kant'ın diyeceği gibi), ya da kavramda içerilmiyorsa da zorunlu olabilir. Dolayısıyla siz "Tüm insanlar ölümlüdür derseniz, bu deneyimden çıkan bir yargıdır, çünkü ölümlülük "insan" kavra­mına içkin değildir. Ancak, "Tüm cisimler uzam içinde yer alır" cümlesi bir sentetik a priori yargıdır. Yani, uzam içinde yer almak, cisim kavramı için­de bulunmaz, buna rağmen tüm cisimler uzamda yer alma niteliğine zorun­lulukla sahiptir.” Thedor W.Adorno ‘Kants, “Kritik der reinen Vernunft” Suhrkamp, 1995 derleme çeviri Cogito Dergisi’nde yayınlanmıştır. Çev: Mine Haydaroğlu sayı:41-42, İstanbul: 2005; Yapıkredi Kültür sanat yay. sf:64
(3) Detaylar için bknz. ‘John Hunter’ ve ‘Forster’ örnekleri. Robert Bernusconi, Irk Kavramını Kim İcat etti sf:46

Makalenin devamı için tıklayınız>>>


KAYNAKÇA

Bernusconi, Robert “Irk Kavramını Kim İcat Etti” , Haz. Zeynep Direk, İstanbul : Metis Yay 2007.
Parla, Jale Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik İstanbul: 2005 İletişim Yayınları
Schnapper, Dominiqe “Sosyoloji düşüncesinin özünde öteki ile İlişki”, çev. Ayşegül Sönmezay. İstanbul : İstanbul Bilgi Üniversitesi , 2005.
Said, Edward W “Şarkiyatçılık” Çev. Berna Ünler, İstanbul: Metis yay. 2006
Taş, Mehmet Avrupa'da Irkçılık, Göçmenler ve Aşın Sağ Partiler İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları, 1999

Hiç yorum yok: