1 Ekim 2010

'1' Filmden Kaç Film Çıkar ve "Büyük Oyun" Örneği

Dikkat! Bu yazı eser miktarda “sürprizbozan" (spoiler) içermektedir.*

Türk sinemasında yeni bir “yapımcı-yönetmenler” devri başlamışken, sıkıcı sanat sineması olarak adlandırılan pek çok yapım yurtdışındaki sağlam festivallerden ödüllerle dönüyorken, yerli sinemamız üzerine yazarken kötümser olmamak gerek diye düşünüyorum. Zira yapıcı eleştiri, yıkıcıdan her zaman yeğedir. Fakat son dönem yerli filmler içerisinde fark ettiğim ortak bir meseleye değinmek yerinde olacak.

Yerli sinemada güzel şeyler oluyor dedik ama hem senarist, hem yapımcı hatta bazen kurgu editörü olarak sazı eline alan yönetmenlerimiz 90-100 dakikalık bir filmin içine bütün dertlerini sığdırma telaşı içine düşüyorlar maalesef. İster sinema okullarında, ister senaryo atölyelerinde olsun ders veren ve kendisi de senarist olan eğitmenlerin üstüne basa basa belirttiği önemli bir detay vardır: senaryonuz/filminiz tek bir konuya odaklansın. Bu tek konuyu besleyen yan hikayeler elbette olacaktır ama filmin derdi tek bir konuya yoğunlaşsın, onu layıkıyla anlatsın ve bitirsin. 


Mümkün mertebe seyircinin kafasında açığa yer bırakmayacak şekilde bitirsin; kısacası birden fazla mevzu anlatacağım diye senaryo havada kalmasın. İşte dananın kuyruğu da tam bu noktada kopuyor. Millet olarak kafamız çok karışık, hem bireysel hem toplumsal çok derdimiz, dışa vuracak çok şeyimiz var. Bu sinemamıza da, bu sanat içinde yoğrulan yönetmenlerimize de yansıyor ister istemez. Her şeyi aynı sepette, bir çırpıda vermek istiyoruz ve ardından seyircinin bizi anlamasını, dahası takdir etmesini bekliyoruz. Eh, bu bir çırpıda olacak, o kadar da mümkün bir durum değil. Hele ucuz komediler ile beyni yoğrulan, televizyon kültürünün bağrındaki seyirciye, bırakın 3-5 derdi bir arada anlatmayı, sulu göz aşk dramından daha fazlasını ifade eden bir yerli yapıma belli bir kitlenin dışındaki seyirciyi çekmek oldukça zor.


Peki bu kadar ahkam dolu kelamı neyin üstüne kestik?


17 Eylül 2010’da gösterime giren Atıl İnaç yönetmenliğindeki “Büyük Oyun” tam da bu, ‘aynı potada çok dert anlatma’ ikileminde boğuluyor. Filmin senarist ve yapımcı künyesinde gazeteci ve köşe yazarı Avni Özgürel ve Ayfer Özgürel yer alıyor. Avni Özgürel gerçekten Türkiye’de derdi olan insanlardan biri ve yılların tecrübesine sahip bir gazeteci. Avni Özgürel’in senaryosu ya da senaristliği hakkında atıp tutacak halim yok, Atıl İnaç ile beraber çalıştığı bir önceki Zincirbozan filmini de seyretmedim. Fakat sadece ‘Büyük Oyun’ üzerine kalem oynatarak da, aslında çok verimli olabilecek bir filmin içine neden 2-3 film birden sıkıştırıldığını tartışabileceğime inanıyorum.

Filmin konusu kabaca, Amerikan askerleri tarafından köyü taranan genç bir Türkmen kızının, Cennet’in, Kerkük’teki abisi dışında, ailesindeki herkesi kaybetmesi sonucu, bir başına yollara düşmesi ve kurtlar sofrasına yem oluşunu anlatıyor. 23 yaşındaki oyuncu Suzan Genç’in ilk uzun metraj deneyimi olan Büyük Oyun’da tecrübesine göre ortaya koyduğu performansı sırtladığını söyleyebiliriz. 

Birden çok meseleye çomak sokma derdindeki bir senaryonun altından, ancak bu kadar kalkılabilirdi. “Büyük Oyun”, bireylerin dışındaki büyük güçlerin tezgahları ile insanların (ve belki de ülkelerin) kaderlerinin ne yönde etkilendiğini anlatma amacı güdüyor temelde. Bunu da kimsesiz kalmış, çaresizce abisinin peşinden İstanbul’a sürüklenen bir genç kız üzerinden kurguluyor. Bu bağlamda, filmin katmanlarını çözümlersek işgal ordusu tarafından bütün ailesi taranan ve şans eseri hayatta kalan bir insanın dramı bir yanda, diğer yanda kimsesiz kalan bir genç kızın tek akrabası olan abisini aramak için yola koyulması ve bu yolculuk boyunca yaşadıkları bir yanda, son olarak ise tek umut olarak tutunulan insanların seni kendi çıkarları için kullanmaları bir başka yanda. 

Ben üçüncü maddeden başlı başına bir film çıkabilir iddiasındayım, Cennet’in kimsesiz kalması ve belalı yol serüveni Büyük Oyun’un kucağına düşmesinin meşru zemini hazırlansın diye kurgulanmış gibi adeta. Fakat asıl odaklanılacak bölüm, Büyük Oyun tezgahının arka mutfağının göstermekse bunun neden filmin son yarım saatine sıkıştırıldığını anlamak mümkün değil. Cennet’in Kuzey Irak’tan İstanbul’a uzanan ve onu intihara kadar götüren çile dolu yolculuğu, filmin kurgusunda bir bölüm olmaktansa görselliğin ve anlatım dilinin ağırlıklı öğeleri ile daha çarpıcı hale getirilemez miydi? Atıl İnaç röportajında bu bölümleri karda, oldukça zor hava koşullarında çektiklerini ifade etmiş. Yanlış anlaşılmasın, niyetim Cennet’in zorlu yolculuğunu küçümsemek değil, bilakis başlı başına ayrı bir hikaye olduğunu söylemek. Zira Cennet’in köyünden, Irak’tan ayrılıp, İstanbul yollarına düşmesi film zamanında o kadar çok yer kaplıyor ki, radikal dinci terör örgütünün elinde canlı bombaya dönüşme süreci birkaç beyin yıkama seansından ibaret olarak veriliyor mecburen. Filmin ana çıkış noktası çaresiz saf bir insanın istismar edilip, kullanılması ise biz seyirciler olarak bu istismarın altını dolduracak veri bulamıyoruz. Gerçi filmin finalini düşünecek olursak cennet de beyin yıkama seanslarının altını tam olarak dolduramamış ki kendisine verilen görevi yerine getirmeye bir türlü eli gitmiyor.


Bu açıdan psikolojik gerilimi çok yüklü ve yüksek bir film olmaya adayken, yönetmen maalesef o yöne de tam olarak bakamıyor. Evet Suzan Genç’in iri gözlerinde korkuyu, dehşeti, gerilimi görebiliyoruz fakat karakterin derinine inmemize senaryonun doluluğu izin vermiyor. Karakterin psikolojik derinliğini yansıtayım derken, filmin siyasi mesajı elden kaçabilir; ya da insanın doğa karşısında acizliğini coğrafi koşullar ve hava şartları ile aktarayım derken filmin yörüngesi elden kayabilir. Bütün filmi Cennet’in karakterindeki bir yolculuk olarak da okumak mümkün aslında. Fakat bu açıdan da bakıldığında karakterin evrimini ya da olgunlaşmasını beklediğimiz yolculuk, sadece final sürprizinde bir farklılık vaat ediyor. Cennet büyük Oyun’un bir parçası olmayı son anda neden reddediyor, kendisine ya da ölümüne neden olacağı masum insanlara kıyamadığı için mi? Ya da kaderini bundan sonra kendisi çizebileceğine inandığı bir aydınlanama mı yaşıyor? O sarsıcı, o korkunç tereddüttün içinden nasıl ve hangi umutla çıkıyor? Bu soruların her birinin cevabı seyirciye bırakılıyor, fakat elimizde halen daha o kadar saf ve kandırılmaya o kadar açık, yalnız bir Cennet var ki, biz de kafamızda onun kaderini hayal edemiyoruz...

“Büyük Oyun” bu topraklarda dönen dolapları bir nebze olsun anlamak, sormak en azından merak etmek için iyi bir film, sanat yönetmenliği ve özellikle Cennet’in yakın plan çekimleri (örgüt evindeki beyin yıkama sahneleri hariç) başarılı.


Aslında içinden birden çok senaryo çıkabilecek sinema filmlerine birkaç örnek vermek amacıyla bu yazıyı yazmak istemiştim ama ele aldığım handikapa kendim düşmemek adına, film eleştirisini tek örnek ile sınırlandıracağım. Benzer açıdan yaklaştığım başka filmler olduğunda bu yazının giriş bölümünü referans vereceğimi şimdiden belirtmek isterim.

Son söz olarak “Büyük Oyun” konsolosluk ve sinagog patlamalarını sinemada adını anarak görselleştiren belki de ilk yapım; bu yaraya parmak basması oldukça önemli. Henüz gösterimdeyken gidin bu filmi görün, eminim aynı konuya değinen ve anlatım üslubu oturmuş başka yapımlar önümüzdeki yıllarda gelecektir.


*Süprizbozan bir otekisinema.com terimidir, kendilerini Türkçe'ye kattıkları bu nadide çeviri için teşekkür etmeyi borç bilirim.

1 yorum:

Travis dedi ki...

Büyük bir değişime sahit oluyoruz gibime geliyor. şanslı hissediyorum kendimi.