15 Ağustos 2007

Nasıl ve Niye Yazmak?

HAYDAR ERGULEN

Hiç kimsenin, ki buna kendi kendine, kimseye göstermeyeceği şiirler, denemeler, öyküler, hatta roman yazanlar da dahildir, nasıl ve niye yazdığını merak etmedim. Kadim bir meraksızlığım vardır, şu yaşıma gelince anladığım. Merak etmedim, çünkü 'kendini merak etmeyen başkasını da etmez.' En azından yazı hususunda söyleyebilirim bunu. Fakat sakın 'kaygısızlık' ve 'genişlik' olarak yorumlamayın bu sözlerimi, aksine fazla kaygılı bir yapım vardır, ama dedim ya, şairin, yazarın niçin, niye ve nasıl yazdığı da beni sahiden ilgilendirmiyor. Eskiden de böyle soruşturmalar, konuşmalar olur muydu, pek hatırlamıyorum, belki bu sıklıkta olmazdı, belki de yanıt verme sırası bana gelmemişti, o yüzden pek haberli değilim. Ne var ki son yıllarda, yalnızca sanat, edebiyat, şiir dergilerinde değil, gazetelerde, magazin dergilerinde, TV'de bile bu tarz soruşturmaların sık sık yer almaya başlamasıyla, ben bile 9-10 kez yanıt verdiğimi biliyorum. Yanıtladım da ne oldu? Bana sorarsanız, kocaman bir hiç!


Hiçbir şey! Bana kalırsa, bir şairin, yazarın 'nasıl' yazdığı hususundaki yayınların artması, biraz da popüler kültürle ilişkili. Popüler kültürün kapsama alanı o kadar genişledi ki, bu gelişme ve genişleme, popülerlikle uzak yakın ilgisi olmayan edebiyatçıların bile kendilerini ara sıra da olsa 'popüler' hissetmelerine yol açtı. Ben de, dedim ya, zaman zaman bu 'popülarite'den payımı aldım ve bu husustaki soruları bir güzel yanıdadım. Hem şiir, hem de düzyazı yazan biri olarak, verdiğim en 'şık' cevap da şu oldu: "Gece şiire, gündüz düzyazıya aittir." Böyle demekle de, elbette, asıl uğraşım olan 'şiir'i bir bakıma yüceltmiş, ona kendimce ayrıcalık kazandırmış oldum. Belki de öyle olduğunu sandım. Yoksa ne şiir düzyazıdan üstündür, ne de düzyazı şiire göre daha yücelerdedir. Hem elmayla armut toplanır mı hiç? Ben, sözü uzatmamak için, şairleri ve yazarları birlikte anarken 'edebiyatçı' diyeceğim ama, inancım, çok eskiden beri, şiirin edebiyattan başka bir şey olduğu, onun dışında olduğudur.

Diyeceğim, bir 'edebiyatçı'nın 'nasıl' yazdığının bence önemi yoktur. Bazısı kendini yokluk, yoksunluk ve yoksulluk içinde yazmaya hazır hisseder, bazısı kederli ve mutsuzken iyi yazdığını iddia eder, bazısı da yazmak için gerekli bir 'asgari mudu-luk'tan söz eder. 'Pir'imiz Marx'ın dediğini unutuyor değilim elbette bunları söylerken, ne demişti, "Saraydaki başka, kulübedeki başka düşünür", ki bunu yazın alanına da uygulayabiliriz, hatta belki de en çok da yazın alanına uygulamamız gerekir. İyi de biz bunu 'yapıt'tan çıkarabiliriz zaten. Bir 'edebiyatçı'nın 'yapıt'ı, niçin yazdığı sorusunu cevapladığı gibi, 'nasıl' yazdığı sorusunu da yanıtlar, yanıtlamalıdır. Kimin nerde, nasıl ve niye yazdığı az çok yazdığı şeyden, yani 'yapıt'ından belli olur. Elbette istisnaları da vardır bunun, olmaz mı.7 Ülkemizde son yıllarda, özellikle siyasi tutuklu olarak cezaevlerinde ve 'F' tipi cezaevlerinde bulunan pek çok iyi şair ve yazar çıktı karşımıza. O arkadaşların nerede, nasıl, niçin ve niye yazdıklarıysa elbette önemlidir ve bence çok değerlidir. Eski siyasi tutuklulardan biri olarak Aytekin Yılmaz'ın bu hususta derlediği çeşitli kitaplar var ve bunlardan biri de Hapiste Yazmak (Kanat Yayınları) adını taşıyor. Bu kitabı okuduğumuzda, 'içerdeki' arkadaşların hangi zor koşullarda şiir, öykü, deneme ve roman yazdıkları ve yine bunları hangi zorluklarla saklayıp dışarıya ulaştırdıkları ya da ulaştıramadıklarının ve yazdıklarının bir daha geri gelmeyecek biçimde kaybolması, acı ve vahim bir Türkiye gerçeği olarak çıkar karşımıza. Elbette 'dışarda' olanların da bir 'büyük hapisane'de yaşadıkları gerçeğinden söz etmek de mümkün. Fakat 'içeri'nin ve 'dışarı'nın koşullarını bu tarz bir 'espri' içinde sunmak, 'duyarlıklı' olduklarını vehmettiğimiz şairlere ve yazarlara yakışmayacağı gibi, edebiyatın 'edeb' kısmına da hiç mi hiç sığmaz. İnsan olmanın asgari müşterekleri arasında da yer almaz.

Uzatmayayım: Elbette her yazanın, ona mahsus olduğu söylenen bir zamanı ve tarzı vardır. Bunlar genellikle ortak zamanlar ve tarzlar olsa da, yine de burda 'kendimize özgü' bir zaman ve tarzdan bahsetmek hoşumuza gider. Öyle ya, şehrin neredeyse tamamı derin bir uykuya dalmışken, şair kelimelerle ve ondan da önce o kelimelerde vücud bulan hatıralarla, aşklarla, memleket mes'eleleriyle boğuşuyordur. Bu da kolay rastlanmaz bir özveridir, öyle değil mi? Çoğumuz ballandıra ballandıra nasıl çile çektiğimizi anlatmaya bayılırız. Eh, bana da bir kez daha sorulmuş olduğu için, çaresi yok, benim de 'nasıl' ve 'niye' yazdığım hususundaki uzunca yanıtıma katlanacaksınız: Evet, 'zor zamanlar'da yazdım. Şair olmaya ise niyetim de, hevesim de yoktu. İlk şiirimi üniversite öğrencisiyken, yakın bir arkadaşımın ölümü üstüne yazmıştım. Artık onu telefonla arayamazdım çünkü, mektup da yazamazdım, acımı dile getirmek için şiirden başka yol bulamadım, hem vefa hem de veda niyetine bir şiir yazdım. Üstelik yayımladım da. Böylece 'acı bir tesadüfle ya da 'kötü bir rastlantı'yla şiir yazmaya da başlamış oldum. 'Zor zamanlar'dı, 1980 öncesi ODTÜ'de öğrenciydim, bazılarının şimdilerde 'sağ-sol çatışması' diye adlandırdığı, oysa 'faşist saldırılar'a karşı halkın çocuklarının kendilerini savunduğu yıllardı. Sadece kendilerini mi? Bir rüyayı, bir hülyayı da, insan gibi yaşamayı, namuslu ve bilinçli olmayı, namuslu olmak yetmez çünkü bilinçli de olmak gerekir, eşitlikçi bir dünyayı, özgürlüğü, yepyeni bir coşkuyu, evet 'Devrim' diye büyülü bir tasavvuru da savunduğu yıllardı. Benimki de bir bakıma bu 'olmayan devrime katkı' sayılır. Şiir yazmayı sürdürdüm. Arada başka arkadaşlar da öldürüldü, üstelik beşer onar. Sonra Sivas'ta, Çorum'da, Maraş'ta yüzlerce insanın canına kıyıldı, sonra oteller yakıldı, ormanlar kavruldu, köyler boşaltıldı, insanlar 'zorunlu göç'e tabi tutuldu, yargısız infazlar, faili 'belli' meçhuller aldı yürüdü, 'zor zamanlar'dı, o zamanlarda da yazdım. Yazdım yazmasına da...

Ah keşke, şiir bir işe yarasaydı da önceden yazabilseydim! Nerde? Hep gidenlerin, ölenlerin, yananların, yakılanların ardından yazılmak kaldı şiire. Sonra üniversitede çalışmaya başladım, YÖK'ün de çıkmasını vesile ederek kısa bir süre sonra istifa ettim, tuttum bir 'mazohist' olarak reklam ajansında yazarlık yapmaya başladım. Evet, benim için yine 'zor zamanlar'dı. Tam 23 yıl sürdü ve ilk şiir kitabım Karşılığını Bulamamış Sorular (1981) hariç, tüm kitaplarımı bu 23 yıl boyunca yazdım, 9 şiir, 3 düzyazı kitabı ve kitap olmayı bekleyen 5-6 şiir ve düzyazı dosyası. Diyeceğim bu 23 yıla, henüz yayımlamadıklarında beraber 17-18 kitap sığdı, ki neredeyse yılda bir kitap sayılır.

Yazmasam çıldırmazdım! İki yıldır bir tek bile şiir yazmadım ve çıldırmadım ya da bana öyle geliyor. Yazmasam çıldırmazdım, daha çok okurdum! Yani yazmamanın da faydaları var, yazar olsun yazmaz olsun, insan daha fazla okuyabilir. Hayatımın çok kötü şartlarda geçtiğini söyleyemem, evet hep 'zor zamanlar'da yazmışım, geriye dönüp bakınca bunu görüyorum ama, demek ki ben gibi bazılarına da 'zor zamanda yazmak' iyi geliyor.

Reklam yazarlığına ilk başladığım yıllarda, 1983 ve devamında, 'şiir'in kökeninde de tıpkı reklam yazarlığında olduğu gibi 'yaratıcılık' olduğunu vehmederdim ve o yıllardaki kimi soruşturmalara da bu minvalde yanıtlar verirdim. Demek ki o yıllar hem şiirde, hem reklam yazarlığında 'heves' yıllarımmış! Başka şair arkadaşlarım da var reklam yazarlığı yapan, yapmış, onların şiir ve reklam maceralarında da benimkine benzer hikâyeler vardır. İlk birkaç yıl, iki, üç, beş yıl, iki ayrı disiplin gayet güzel anlaşırlar, uyum içinde giderler... Peki ne zamana kadar? Şu cümleye kadar: "Reklamcılık mesleğim, sürse sebebim". Kısa cümlenin ilk yarısında sorun yok, fakat cümlenin ikinci yarısındaki 'iddia'ya bakar mısınız? 'Şiir sebebim': Müthiş değil mi, ya da daha doğru bir ifadeyle, korkunç değil mi? Neredeyse ontolojik bir problemle, varoluşa ilişkin bir kaygıyla karşı karşıya bırakır insanı bu tip cümleler. Allahtan bu dönem pek uzun sürmedi, şiirin sebebim olmadığını başkaları istihzayla hatırlatmadan ben hatırlattım kendime. Çünkü böyle 'şairane' bir cümle ve iddia, tıpkı 'yazmasam çıldırırdım' tarzındaki bir ölüm-kalım savaşını hatırlatıyor insana. Oysa şiir sebebim değildi. Şiir yazmasam da ne ben bir şey yitirirdim ne de Türk şiiri! Elbette bu iddiaya yakışan şairler vardır, Nâzım Hikmet vardır, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Edip Cansever, Sezai Karakoç vardır, onlar büyük şairlerdir ve onların yanında bu cümleyi sar-fetmek için 'fazla şair!' olmak gerekir. Şükür ki kendimi ve yazdıklarımı biraz bilirim, biraz farkındayım. Hem bilmesem de bildirirlerdi! Çabuk vazgeçtim ben de bu pek kafiyeli, pek fiyakalı ve pek 'şairane' cümleden! Bu husustaki son cümlemi ya da 'vecize'mi merak ediyor musunuz? Pek meraka değer bir şey olmasa da söyleyeyim: "Yazmış bulundum". Evet, cümle bu. Kaynağı da Edip Cansever'in çok sevdiğim "Gelmiş Bulundum" adlı şiiri. Ben de çok uzun bir süredir, 15 yıl kadar olmuştur sanırım, 'niye yazıyorsun?' diye soranlara böyle söylüyorum: 'Yazmış bulundum'. Aslında hepsi budur. Hatta 'nasıl yazıyorsun?' sorusunun yanıtı da budur.

İyi de niye 'yazmış bulundum'? Çeşitli yazılarımda defalarca dile getirdiğim bir örnek var, hatta bu hususta kısacık bir şiirim bile var, "Eski Mektup" adlı bir şiir: "Şiir; o eski mektup / ne geleni var ne gideni/şiir bir köşede eskiyor/pul bir köşede/ filmlerde kaldı şiir de mektup da / "11 Posti-no"dan beri / bak postacı geliyor / şiir veriyor!" Hatırladınız sanırım, Şili'nin ve dünyanın büyük şairi Pablo Neruda'nın yaşamını anlatan bir film vardı, 10 yıl kadar önce, II Postino (Postacı) adıyla gösterilmişti. Bir dönem siyasi sürgün olarak İtalya'nın bir adasında yaşayan Pablo Neru-da'ya sürekli kitap, dergi ve mektup getiren postacı, bir gün onun büyük bir şair olduğunu öğrenir ve ondan çok saf, çok masum, çok insani ve bence çok da haklı bir istekte bulunur: Beatrice adlı sevgilisi ya da nişanlısı için, Neruda'dan bir şiir yazmasını rica eder. Neruda aksilenince de postacı gayet doğal bir biçimde 'Şiir ihtiyacı olana verilir bayım' der, ki bu benim için şiirin 'ne'liğini anlatmasının da ötesinde, büyük bir şaire de verilebilecek unutulmaz bir derstir. Neruda bu yanıttan dersini hemen alır ve postacıya sevgilisi için bir şiir yazar. Evet, şiir ihtiyacı olan için yazılır. Ben de yazdım, çünkü ihtiyacım vardı, her şeyden önce benim ihtiyacım vardı, kendi ihtiyacım vardı.

Bir kaç ay önce 50 yaşımı bitirdim ve 40 yaşıma kadar da niye şiir yazdığımı doğrusu hiç düşünmedim, hiç de merak etmedim. 1996'da Kırk Şiir ve Bir... adlı bir kitap yazdıktan sonra düşünmeye başladım bunu. 40'ın kerameti belki de! Tam da o günlerde izlemiştim bu filmi. Niye şiir yazdığımı düşünürken, film bu ihtiyacıma da cevap vermişti işte. Deminden beri, hayatımın muhtelif 'zor zamanlar'ında şiir yazdığımı söyleyip duruyorum. Demek ki şiir, o zor zamanlan atlatmak için olmasa da, zorluklara direnmek için yazdığım bir şeydi. Herkesin zorluğu alt etme ya da direnme biçimleri farklıdır, kimi üstüne gider, kimi çözüme yönelik pratikler araştırır, geliştirir, kimi bir şeylere sığınır, Tanrıya, dine, bir insana, bir topluluğa, aşka, vb... Demek ki ben de şiire sığınmışım. Özellikle reklam yazarlığı yaptığım 23 yıl boyunca, o yoğun ve yıpratıcı çalışma sürecinde, reklamın insan bünyesinde, fikrinde, zihninde, kalbinde yol açtığı yıpranmaya karşı, kelimelerin kapitalist bir dünya ve adaletsiz bir sistemin hizmetinde kirlenmesine ve kirletmesine karşı, ben de kendimi şiir yoluyla aklamaya çalışmışım, ellerimi şiirle yıkamak, arınmak istemişim. Benim de özellikle ve öncelikle şiire, sonra da yazıya en çok bu 23 yıl zarfında ihtiyacım olmuş ki, biraz önce de söylediğim gibi, neredeyse bütün kitaplarımı da bu süreçte yazmışım.

İki yıldır şiir yazmadığımı söyledim. Bu benim tasarrufum değil, 'çok yazdım, artık biraz durayım, şiir yazmayayım' diye kendi kendime aldığım bir kararın sonucu da değil. İki yıl önce reklamcılığı bıraktım, sonra da emekli oldum, galiba şimdilik şiire de ihtiyacım kalmadı. Biliyorum, hissediyorum ya da seziyorum demek daha doğru olacak. İhtiyacım olduğunda şiir kendini bana yeniden duyurur, ben de yazmaya gayret ederim. Fakat dedim ya, şu anda şiire ihtiyacım yok! Neye, ne zaman ihtiyaç duyacağımızı ise bilemeyiz elbette. Zeki Müren'in ünlü şarkısında dediği gibi, "içimde bir his var aşktan da üstün". Benim de içimde yakın zamanlarda yeniden şiir yazmaya başlayacağıma dair kuvvetli bir his var, sanki yakınlarda şiir yazmaya yeniden ihtiyaç duyacakmışım gibi.

Dün bir arkadaşım, bu konuda bir konuşma yapacağımı öğrenince, 'bana bir cümle söyle' dedi. Aslında baştan beri söylediğim her şeyi uzun tek bir cümle olarak görebilirsiniz, fakat yine de daha 'özlü' bir cümle söylemek gerekiyorsa şunu diyebilirim. Hani binalarda, trenlerde, otobüslerde 'ihtiyaç anında camı kırınız' diye bir uyarı yazısı görürüz ya, şiir biraz da o uyarıya benziyor: 'İhtiyaç anında şiir yazınız!' Bu aynı zamanda, başta da kısaca değindim, yıllardır surda burda tekrarlamaktan da sıkılmadım, yine söylerim, 'şiir, edebiyata dahil değildir'. Roman 'fiction', yani 'kurmaca'dır. Sürse 'kurmaca' filan değil, bence 'insanın en yalın ha-li'dir ve insan ihtiyaç duyduğu için şiir yazar. Bu yüzden benim için, şair olsun, olmasın, ilkokuldan başlayarak öğrenciliğinde, gençliğinde, hayatının herhangi bir döneminde şiir yazan insanların yazdığı her şey 'şiir'dir. Çünkü ihtiyaç duymuşlardır, bir ihtiyaca karşılık olarak yazmışlardır. Bu insanın insana ihtiyacı olmasından farklı bir şey değildir. Şiir yazmaktan daha doğal, daha insani ve insana daha yakın ne olabilir ki? Başkaları nazarında öyle sayılsam da, ben kendime 'şair' demekten de, 'şair' denilmesinden de hazzetmem ve şiddetle kaçınırım, yalnızca 'şiir yazıyorum' derim. Benim için her zaman böyle olmuştur: Benim şair olmaya değil, şiire ihtiyacım var, çoğunlukla okumaya, ara sıra da yazmaya. Çünkü şiire ihtiyaç duyuyorum. İhtiyacım olduğu için yazıyorum.

Ve bu konuşmayı şiirin bir ihtiyaç olduğunu derinden kavramış olanlardan, çok sevdiğim bir şairin, Osman Konuk'un "Melekleri Bekletme" adlı şiirini okuyarak bitiriyorum:

bütün çağlardan yapılı bir an / nasıl yaşanır, ona uğraşıyoruz / dilek ağacında-ki yaralı abdal / balık karnındaki yunus ve ben /.../ söyledik, süre doluyor, saat geliyor / ikibin yıldır soluk almaya çalıştık/çok acıktık, çok susadık, çok korktuk / yeni doğan her bebekle ilk biz tanıştık /.../ gündüz dinlenip gece yürüdük / ne mi arıyoruz burda, gelmiş bulunduk / Abdal yaralı, Yunus sessiz, ben şaşkın / dönüş yolları da kapalı /.../ bütün çağlardan yapılı bir an / nasıl yaşanır, çabuk söyle / ilk fırsat son fırsattır / melekleri bekletme. Tıpkı Osman Konuk'un dizesindeki gibi, mes'ele 'nasıl yazılır ona uğraşıyoruz' değil, 'nasıl yaşanır ona uğraşıyoruz'dur.

Aralık 2006'da Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde yapılan konuşma. Daha Önce Kitap-lık Dergisinde yayınlanmıştır.



6 Ağustos 2007

Işık ve Rengin ülkesi; Kırmızı Fas

Her kapalı kapının ardında büyüleyici bir dünya barındıran, 'kırmızı şehir' Marakeş, coğrafyalarına uğrayan kültürleri ve renkleri harmanlamış. renklerin en parlağı, en yoğunu bu ülkede sanki, Fas, ışık ve rengin ülkesi...

Fas, ışığın ve rengin ülkesi


Sahra çöllerinin sıcak kumundan Akdeniz'in ferah mavi sularına uzanan Fas'ı tanımlayacak en iyi iki kelime: renk ve ışık. Fas, zamanın durduğu bir ülke. Geri kalmış değil, aksine zamansız. Gündüzleri kavurucu bir güneşle, geceleri binlerce mumla aydınlanan bol ışıklı bir ülke. Her kapalı kapının ardında büyüleyici bir dünya olduğunu bildiğiniz, penceresiz evleriyle içine kapanık ama bir o kadar da ferah. Tek rengin çöllerdeki kum rengi olduğuna inandıran ama içinde binbir renk barındıran zenginlikte. Ardarda kemerli kapıların sizi başka dünyalara götürdüğü, yerlerinden duvarlarına, mobilyalarından tavanlarına kadar her yerde karakterini belli eden bir dünya.

Binlerce yıllık bir kültürün, 11 değişik dilin, binbir çeşit insanın ve rengin yaşadığını bildiğiniz ve hissettiğiniz bir ülke Fas. Bembeyaz 'cellaba'larının altında sarı 'babuş'larıyla tekdüze olmadıklarını fark ettiren yerlileri ile sadece şehirlerinin değil insanlarının da renklerini yansıtan bir ülke. Binlerce yıllık bir geçmişte Akdeniz, Afrika ve Arap kültürünü harmanlayarak gelmiş bugünlere.

Fas, binlerce yıllık tarihinde, coğrafyalarına uğrayan her kültürü içinde barındırıyor. Afrika, İspanyol ve İslam kültürünün karışımı Berber'ler, Araplar ve Fransızlarla birleşiyor ve sanatı, coğrafyası ve stili ile benzeri olmayan bir kültür. Fas deyince çoğumuzun aklına romantik film kareleri geliyor, Casablanca'nın beyaz evlerinde yaşanan kareler. Bir yandan 'Emperyal şehirler' olarak anılan Rabat, Marakeş, Kasablanka'da sultanların geçmiş yüzyıllardaki hayatı sürüyor. Diğer yandan çöllerde göçebelerin gecelik konaklama yeri olan çadırlarda yaşanıyor. 1001 gece masallarında yaşarmışçasına geçiyor zaman bu evlerde. Fas'ın kendine özgü stili ve renkleri ise işte bütün bu hikayelerin harmanlandığı apayrı bir dünya.

1. Toprak rengi yapıları kumaşçılar çarşısında kuruyan canlı iplikler renklendiriyor. 2. Ben Youssef Medresesi rengarenk zilij'leriyle Fas'ın sıcak havasını yansıtıyor. 3. Baharatçılar çarşısında renkli kuru çiçekler.

Fas gezimiz, surların hemen dışındaki Sofitel otelden yürüme mesafesinde, Fas'ın farklı damak kültürüne uygun olarak, öğle yemeği ile başlıyor. Tipik bir Fas yemeği yemek için Al Fassia çok uygun. Karamelize balkabağı ve tavuklu tagine, üzümlü ve nohutlu kuskus, tabii ki ardından nane çayı, denemeniz gerekenler arasında. Marakeş, kırmızı şehir olarak biliniyor. Evlerin duvarlarında bu toprak kırmızısından başka renk kullanmak yasak. Marakeş'in sıcak öğleninde, bizden başka yürüyen yok. Surların içinden Medina'ya giriyoruz, Marakeş'in en büyük camisi Koutoubia'nın bahçesinde mola veriyoruz. Koutoubia, köşeli ve büyük minaresiyle, gezimiz boyunca bize yolu gösteriyor aslında. Kıyamet Meydanı anlamına gelen Jemaa el-Fna meydanının içinden Souk'lara, labirent çarşılara giriyoruz. Souk ürünlere göre gruplanmış: baharatçılar, babuşcular (ayakkabıcılar), dericiler, kumaşçılar... liste uzayıp gidiyor. İlk gidişimiz olduğundan pek birşey anlamadan duraklayarak geziyoruz. Haritamız olsa da bir işe yaramıyor, sokakların ne adı yazıyor ne de bir yön göstergesi var. Girdiğimiz daracık sokaklarda nereye çıkacağımızı bilmeden büyülü dünyalara dalıyoruz. Her renk var, morlar, kırmızılar, turuncular, maviler... Etraf nane ve binbir baharat kokuyor. Bir şehirde kaybolmak belki orayı en iyi öğrenmenin yolu. Kumaşçılar çarşısına varıyoruz. Rengarenk kumaşlar tepemizde kurumak üzere asılmış. Sadece iki kumaş değil sürüyle fotoğraf ve anıyla çıkıyoruz çarşıdan. Kapalı kapılar ardındaki görkemli Fas evlerinden birinde mola veriyoruz: Cafe Arabe. Dışarıdaki kalabalığı ve sıcağı hiç hissetmediğimiz huzurlu bir durak.

Bugün öğrendiklerimizin başında öğlen saatinde Marakeş'te yürümememiz gerektiği geliyor. Dolayısıyla artık taksiyle ulaşımımızı sağlamaya kararlıyız. Ama dönüşümüz taksiyle değil faytonla. Seçtiğimiz faytonun üzerinde tabelalar asılı: '1997'in en iyi faytonu'ndan başlıyor, 2002'ye kadar. Gururla ulaşıyoruz otele.

Marakeş'te yapılar tipik kemerli mimarisi
ve renkli seramikleri ile dikkat çekiyor.

Akşam yemeği için seçimimiz tipik bir Fas 'riyad'ı olan La Douaria restoranı. Riyad, Arapça'da bahçe anlamına gelse de, riyadlar aslında bahçeleri ve avluları çevreliyor. Uzun divanlarda oturarak yiyoruz yemeğimizi. Bu odaların aslında beklenmedik misafirlere yatak odası görevi gördüğünü öğreniyoruz. Bu sefer soframız daha da zengin, Fas mezeleri, Tagine'in 4 çeşidi, kuskus ve nane çayı finali. Tagine Makhfoul denenmesi şart bir yemek. Dan-sözlü, darbukalı bir yemek sonrası durağımız ise Jad Mahal. Marakeş'in görülmesi gereken mekanlarından Jad Mahal, geleneksel Fas dekorasyonunun en iyi örneği. Tavandaki aynalar ve binlerce renkli işlemeler, görkemli avizeler, üzerine ay düşen havuzuyla etkilenilmeyecek gibi değil.

Ertesi günkü hedeflerimiz arasında turistik birkaç nokta var: Ben Youssef Medresesi, El Bahia Sarayı, Saadi mezarları ve souk'lar. El Bahia Sarayı bunların en etkileyici olanlarından. XIX. yy.'da harem olarak inşa edilen sarayda kralın her 'hanımının' ayrı oda ve avlusu var. Günümüzde kraliyet ailesi Marakeş'e geldiğinde bu sarayda kaldıkları söyleniyor. Her odasında başka bir renk ve desen barındıran bu saray, geleneksel Fas mimarisinin en iyi örneklerinden. Ben Youssef Medresesi ise Marakeş'in en eski camisini içinde barındırıyor. XVI. yy.'da kurulan okulda 900 öğrenci eğitim görüyormuş. Mozaik duvarları, tavanları ve yeşil zelij'li havuzuyla islam mimarisinin Marakeş'teki en güzel örneklerinden.

Gizli saklı riyad'lardan birinde
küçük havuz, zilijlerle süslenmiş.
Marakeş riyadlar'ının kapılarından duvarlarına her yer zilij ve ahşap boyamalarla renkleniyor. Şehrin dar sokaklarını rengarenk vitraylı camii kapıları renklendiriyor.

Saray gezmelerimizden sonra yine Marakeş'in günlük hayatına karışmak üzere Souk'lara dalıyoruz. Baharatçılar bize 'fas ruju' hediye ediyor. Her yol Jemaa al-Fna'ya çıktığından bugünü de orada noktalıyoruz. Bu meydan aslında gece yaşıyor. Kavurucu güneş batmaya başladığında burası da yavaş yavaş doluyor. Açık hava kebap tezgahları, taze portakal suyu tezgahları, hikaye anlatıcıları, zenneler, falcılar, kınacılar, yılan oynatıcıları arasında bambaşka bir yer olup çıkıyor. Televizyonsuz zamanlardan kalma bir eğlence olan hikaye anlatıcılarının etrafında onlarca insan, hipnotize olmuş şekilde bu masalcıları dinliyor, Yılan oynatıcıları, yılanı öptürerek şans getirme vaatleri veriyor. Tabii ki 'Allah'ın bereketi' için verdiğiniz 100 dirhem karşılığında. Bütün bu kargaşanın arasında, meydana bakan Terraces Al-hambra'da mola vermeyi tercih etsek de Cafe de France da bu havayı dışarıdan solumak için en iyi yer.

Binbir çeşit eşya bulabileceğiniz

souk'larda sadece kafes satan bir dükkan.

Saray gezmelerimizden sonra yine Marakeş'in günlük hayatına karışmak üzere Souk'lara dalıyoruz. Baharatçılar bize 'fas ruju' hediye ediyor. Her yol Jemaa al-Fna'ya çıktığından bugünü de orada noktalıyoruz. Bu meydan aslında gece yaşıyor. Kavurucu güneş batmaya başladığında burası da yavaş yavaş doluyor. Açık hava kebap tezgahları, taze portakal suyu tezgahları, hikaye anlatıcıları, zenneler, falcılar, kınacılar, yılan oynatıcıları arasında bambaşka bir yer olup çıkıyor. Televizyonsuz zamanlardan kalma bir eğlence olan hikaye anlatıcılarının etrafında onlarca insan, hipnotize olmuş şekilde bu masalcıları dinliyor, Yılan oynatıcıları, yılanı öptürerek şans getirme vaatleri veriyor. Tabii ki 'Allah'ın bereketi' için verdiğiniz 100 dirhem karşılığında. Bütün bu kargaşanın arasında, meydana bakan Terraces Al-hambra'da mola vermeyi tercih etsek de Cafe de France da bu havayı dışarıdan solumak için en iyi yer.

Ertesi gün daha özel mekanlar var listemizde. Bunların başında Villa Des Orangers geliyor. Marakeş'in en özel otellerinden biri olan villa aslında modernleştirilmiş bir riyad. Müşterilerinin huzurunu bozmamak adına dışarıdan ziyaretçi kabul etmiyorlar. 19 odasının 14'ü özel havuzlu ve teraslı süitler, otele çocuklu aileler de kabul edilmiyor. Villa Des Orangers'de kalmasanız bile bu büyülü havayı solumak için bir akşam yemeği şart oluyor. Marakeş'in en huzurlu duraklarından biri, kuşkusuz Majorelle bahçeleri. Bahçelerin yaratıcısı, Fransız ressam Jacques Majorelle, 1924'te kurduğu bahçeleri 1947'de 'halka açmış'. Binbir çeşit bitki, şimdilerde Majorelle mavisi olarak anılan mavi renkli duvarlarla çevrili. Bahçenin bugünkü sahibi ise bahçenin içindeki evde yaşayan ünlü modacı Yves Saint Laurent. YSL, koleksiyonlarında bahçedeki renklerden ilham aldığını söylüyor.

Marakeş'teki son gecemizde de La Mamounia'da otelimize, bu sefer boş olan sokakların havasını soluyarak, yürüyoruz. Marakeş'in renkleri gözümüzde, sesleri kulağımızda ve kokusu burnumuzda...

Toprak rengi yapıları kumaşçılar çarşısında kuruyan canlı renkteki iplikler renklendiriyor.

Fas'ın Renkli Yüzü

Eski Mısır'da bir inanca göre kapılarda mavi renk kullanmak evleri kötülükten ve nazardan korurmuş. Turkuaz, boncuk mavisi ve camgöbeği tonları Fas'ın sıcak coğrafyasındaki evlere serinlik getiriyor. Fas'ta her renge geçit var, Fas stili evlerde de renkler en canlı tonlarıyla yer alıyor. Gece mavisi, patlıcan moru, zümrüt yeşili, safran sarısı evinize renklerin zenginliğini ve canlılığını getiriyor. Kırmızı, kehribar, tarçın, safran gibi sıcak toprak tonları rahatlığın simgesi olarak görülüyor. Fas'ın 1001 gece masalları evlerinin değişmez unsuru parıldayan mekanlar. Parlak bakır lambalar, altın veya gümüş objeler hatta parlak kumaşlar evlere masalsı bir hava katıyor.

Fotoğraflar ve anlatım: Aylin Sayek. Maison Française, Colorium eki. Haziran 2006

5 Ağustos 2007

Grindhouse Dehşeti!

Quentin Tarantino ve Robert Rodriguez ikilisinin Grindhouse (2 Süper Film Birden;) denemesi, ülkemizde haziranda gösterime giren Ölüm Geçirmez’ in (Death Proof) ardından, bu ay da Dehşet Gezegen’in (Planet Teror) vizyona girmesiyle nihayete erdi.




More...10 yılı aşkın bir süre İki Film Birden ‘kültürünü’ ciddi bir şekilde yaşayıp, özümseyen bir ülkede, ‘bu Grindhouse denemesini izleyici anlayamaz, kaldıramaz’ gibi saçma ötesi bir bahaneyle neden ayrı ayrı girdiği açıkçası biz anlamadık. Değil mi, limoncuk?

Dağıtımcı firma, prodüktör Harvey Weinstein’ın Hollywood alerjisi olan Avrupa ‘sinema severlerini’ göz önüne alarak bu taktiği uyguladığını söylese de, biz, şiddet, seks, kan görmeye alışkın olan Türkiye için dağımtıcılarımızın bastırmasını ve olması gereken Grindhouse mantığı ile bu filmi Türkiye’ye getirmiş olmalarını arzulardık. Olmadı, ne yapalım; bu keyfi DVD’ ye erteleriz.

Beyazperde.com sözlüğünde diyor ki: “Grindhouse (2007): Modern Amerikan Sineması'nın iki dahi ismi Robert Rodriguez ve Quentin Tarantino’nun, otantik bir Grindhouse sinema deneyimini günümüz seyircisine yaşatmak için bir araya getirdikleri proje. Gıcırdayan projeksiyon sesi, çizik dolu film stoğu, şiddet ve seks dolu filmleri, şiddet ve seks dolu fragmanları ve 70'lerden alıntı "Program Başlıyor" animasyonlarına kadar, Grindhouse sinemalarına kesintisiz göndermede bulunan üç buçuk saatlik bir sinema deneyimi.”

yeni bir şey yok;)

G.O.R.A haricinde, (neredeyse) hiçbir filmi beğendiğini görmediğimiz, göremediğimiz hocamız Fatih Özgüven’se Tarantino’ya ve Rodriguez bu haftaki köşesinde itinayla dokundurmuş; dinliyoruz:

Quentin ve Roberto ile bu hafta (02.08.2007)

Tarantino ile Roberto Rodriguez arasında şöyle bir muhavere hayal ediyorum:

Quentin Tarantino ile Roberto Rodriguez arasında şöyle bir muhavere hayal ediyorum:
Q: Oolum, ben şuraya biraz Godard koyacağım... Diner'da kızlar konuşuyor, kamera dönecek etraflarında... Siyah beyazdan renkliye geçiş falan. Eric Rohmer hatta böyle...
R: Yok abi, bende sanat filmi yok, aynısının tıpkısını yapacağım, hatta daha fazlası, böyle tam pis sarı porno rengi...
Q: Çızık falan?
R: Baştan aşağı çızık, hatta fazlası, film yanıyor falan, tabii yiyiş sahnesinde aynen eksik makara esprisi...
Q: Oğlum abartma o kadar da yani.
R: Abartıcam abi, irin, yara, kanlı et, böyle top top, salkım salkım hayalar olacak...
Q: Ha bu iyiymiş, benim aklıma gelmedi bak...
R: Abi, seni de tecavüzcü rolüne koyalım, böyle hayaların falan eriyor, akıyor aşşaa doğru...
Q: Bak o olur... Konusu ne?
R: Şimdi şöyle abi, Irak'da bir gaz kullanmış bunlar, geri geliyorlar gazla birlikte, gaz hem zombi yapıyor hem de zombilere panzehir oluyor. Böyle yani.
Q: Ha anladım, güncel... yani Irak'a gidince böyle oldular gibi. Vietnam olayı.
R: Aynen abi. Esas olay kopuk bacağa makineli takmak tabii... Luis Bunuel hesabı- yersen. (Gülüşmeler)
Q: Yaa bir de gönderme koy hatırım için be... Kıza Ava Gardner'e benziyorsun desin birisi ordan...
R: Tamam abi, istediğin Ava Gardner olsun, bence benzemiyor ama...
Q: Ben çizgi film de koyacağım böyle bir yerine, şirin şirin, ya başa ya sona...
R: Yok abi, ben de gerçek yani her şey, çok gerçek...
Q: Lezbiyenlik var bir de bende... hani böyle alt metin gibi olsun, kız filmi gibi de aynı zamanda da hani şey...
R: Abi ne diyorsun bende lezbiyen hem-şii-re var, jartiyerinde şırıngalar dizili. Hem de evli, kocası duruma uyanıyor, olaylar karışıyor, senin 'Kill Bill'deki Darryl gibi, ama geliştirilmiş yeni formül...
Q: Vay sıpa. Boynuz kulağı geçti ha!
R: Estağfurullah abi...
Q: Ben de onu şöyle bir göstereyim benim filmin bir yerinde -
R: Ne demek abi, tabii.
Q: - şöyle ortasında falan, göndermeye gönderme olur hem de... Lezbiyen hemşire ha... Köftehor seni.
R: Abi n'apalım Latin ateşi, halk çocuğuyuz biz... (Gülüşmeler. R. internete bakar) Abi Ingmar Bergman ölmüş.
Q: Deme yahu... (filmlerini sayar bir nefeste)... Büyük adamdı rahmetli.
R: Evet abi, neydi... 'Sessizlik'teki lezbiyen kız kardeşler ilktir yani... sonra şeydeki, öteki neydi... 'Parsonia'.
Q: (Kızar) 'Persona'.
R: Evet 'Personia' abi- o da müthiştir yani, ilk lezbiyen hemşire de ordadır hatta.
Q: Sus, hayvan. Sen ne anlarsın transferansdan...
R: Bizde de var abi, zombilik olayı aynen transferans...
Q: (Buna bir cevap veremez, gazeteye bakar) A! Antonioni de ölmüş.
R: 'Kim abi?'
Q: 'Michelangelo Antonioni, salak. Çağdaş bireyin yabancılaşması falan, beni sarmaz gerçi, 20. yüzyıl ortası olayları.
R: Şimdi bizim zombiler de yabancılaşma diyeceğim ama kızarsın diye korkuyorum abi.
Q: (Vuracakmış gibi elini kaldırır)
R: Şaka, şaka, şaka.
Q: Yürü, evde göstereceğim ben sana. Yoldan bir Antonioni filmi de alalım da, sen 'Yolcu'yu da görmemişsindir. Maria Schneider denen yavru, ayrıca... Sinema tarihinin en uzun ve en yavaş travelling'i, kamera pencereden nasıl çıkıyor hâlâ çözülebilmiş değil, bazı tahminler var ama...
R: Kesin parça koymuşlardır, abi... Şaka, şaka. Bu 'Kara Yılan İnliyor'u gördün mü abi? Yani tam zenci adam-beyaz kız-hararet artıyor filmi olacakken berbat etmişler sonunu, sosyal içerik falan...
Q: O değil de, Christina Ricci'yi bir sonraki filmde düşünmeli yani... Aynen 'Köpekler'deki Susan George... Şimdi tedayi ettim bak... 'Nemfoman Bakirelerin Dönüşü' deriz, böyle zincirler içinde kızışmış bir kız afişi, dana-na-naaan... (Paldır küldür çıkarlar.)

Demek ki, neymiş? Fatih Hoca, Tarantino’ya hafif sempati duysa da, Rodriguez’e gıcıkmış…

Eleştirmenler genel izleyici kitlesine, Grindhouse deneyimini tavsiye etmiyorlar.

Limonluk olarak biz de, Tarantino’yu anlamak için 70’-80’leri izlemeniz gerektiğini düşünüyoruz. En azından filmlerin gönderme yaptığı, ‘orjinaleri’ izleyebilirseniz, göndermelerden de keyif alma olasılığınız yükselir. Yoksa, bir çok sinema seyircisinin ‘Kill Bill’ sersine verdiği tepkiyi, (‘Ne biçim film bu be?’ tepkisi) göstermeniz olasıdır.

Limonluk tavsiye ediyor: EMPIRE sinema dergisi’nin özellikle haziran ve temmuz sayıları Grindhouse adına okuyucuyu oldukça tatmin ediyor. Bulunuz, edininiz.

Beyazperde.com bizler için uğraşmış ve ‘Beyazperde'nin Grindhouse Sözlüğü’ nü yazmış. Yanı sıra Sinekritiklere göz atmanızı da tavsiye ediyoruz.

4 Ağustos 2007

Marc Chagall'ın Sanatı ve Savaş

1887 doğumlu Rus ressam Marc Chagall gerçeküstü figürlerle en gerçekçi ve derin duyguları yansıtmıştır. Muhteşem renklerle Rus folklorundan kaynaklı desenlerinde mitosları sıradan canlılar halinde resmetmiştir. Bu makale 21yy’ın önde gelen ressamlarından olan Chagall’ın Birinci ve İkinci Dünya Savaşı dönemlerinin resmine nasıl yansıdığını incelemektedir.


Birinci Dünya Savaşı Döneminde Chagall Resmi

Birinci Dünya Savaşı 1914’te başladığında, Chagall ve karısı Bella ressamın Rusya’da doğdu Vitebsk köyündeydi. Sanatçının bu dönemdeki eserlerinde, durgun resmedilmiş doğa ön plana çıkmaya başlamıştır. Aşkın ve özgürlüğün zengin sembolleriyle doruğa çıkan tuvallerinde şimdi, düz manzaralar ve Vitebsk halkı yer alıyordu. Ayrıca, sanat tarzını belirleyen hayali öğeler bu dönem resimlerinde yoktur. Chagall sık sık Paris’inDua Eden Yahudi kendisine ilham kaynağı olduğunu söylerdi; belki de bu dönemin daha gerçekçi resimleri onun Paris’te yaşama özleminin bir göstergesidir.

“Praying Jew” tablosu diz çökerek dua bir Yahudi’yi resmetmektedir. Canlı renkler Chagall resimlerinin karakteristik imzasıdır; fakat, bu resim görüldüğü üzere zengin renk tonlardan yoksundur. Ekmek somunlarını taşıyan, hüzünlü iki askerin resmedildiği “Soldiers with Bread” tablosu da gene bu dönemin eserlerindendir. Renk tonları yumuşak ve loştur. Tozlu kahverengiler ve yumuşak yeşiller teslimiyet hissi uyandırmaktadır.ekmek taşıyan askerler

Chagall’ın bu dönemdeki tablolarının çoğu Vitebsk’e bakışını yansıtmaktadır. Örneğin, "Uncle Zussi (The Barber Shop)", "Uncle's Store in Liozno", ve "Over Vitebsk" eserleri sanatçının empresyonalist tarafını gösteriyor olsa da, diğer eserleri kadar şiirsel bir anlatıma sahip değildirler ve canlı renklerinin yumuşaklığından mahrumdurlar.









Liozno'da Amcamın Dükkanı














Chagall Otoportreleri

otoportre

Marc Chagall’ın bir çok otoportresi vardır; fakat, 1914’de yaptığı "Self Portrait at the Easel" adlı tablosu diğer bir çok eserinden oldukça farklıdır. Bu, tablosunda Chagall burukluk ve şiddet duygusunu beraber kullanmıştır ve ünlü canlı renklerinin yokluğu bu resminde de hissedilmektedir. Tual koyu bordolar ve deniz mavisi ile kaplanmıştır adeta. Portre, öfkeyi yansıtmaktadır.



Gözlerinde suçlarcasına bakan ağır bir bakış hakimdir ve , dengedeki eli bize, işinin saygısızca bölündüğünü gösterir gibi durmaktadır. Dudaklarına rahatsız bir ifade yerleştirmiştir. Eserindeki bariz tatsızlık görmezden gelinemez. Vitebsk Üstünde..Hayallerle bu derece örülü bir ressam, yaratıcı ilhamının çevresindeki gürültü ve şiddet tarafından sekteye uğratıldığı söylenebilir.








İkinci Dünya Savaşı Döneminde Chagall Resmi

Chagall sevgilileri, çok sevdiği kasabası Vitebsk’i ve dini temaları çocukvari bir iyimserlikle tarz resmetsiyle tanınır. Sanatında çok sayıda sembol vardır; fakat İkinci dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle dini temaları çok daha sık görülmektedir. 1941’de Fransa Nazi işgalini gördüğünde, Chagall bir kez daha çok sevdiği Paris’i terk etmek zorunda kalmıştır. İlk başta sanatçı ününün onu koruyacağına inanarak ayrılmayı reddetse de, şiddetin dozu ve Yahudi ırkına yapılan zulüm arttığında, Chagall Paris’te kalma direnişinin ailesinin hayatını tehlikeye soktuğunu fark eder. Böylece, güvenliği için Amerika’ya gittiğinde tabloları nahif tonlarını kaybederek, yoğun bir eziyet havasına bürünmüşlerdir.

Chagall Dönemi

İkinci Dünya Savaşı döneminde, Chagall çok önemli yapıtlar üretmiştir. 1933’te elini çenesine dayamış yalnız ve tesellisi zor bir Yahudi adamı resmettiği “Solitude” tablosunu yapmıştır. Bu tablo, Chagall’ın solitude..yalnızlık...ikonografideki ustalığının en güzel örneklerinden biridir.

Adamın yanında, hayatta kalmak için gerekli olan eti, sütü ve derisiyle yaşama metafor yapan bir inek vardır. İneğin yanında bir de keman görünmektedir. Chagall’ın bir çok tablosunda ya bir keman ya da kemancı vardır. Bu dönemlerde kemancılar, doğum, evlilik ve ölüm gibi hayatın kesişim ve geçiş anlarını müzikle anarlardı. Chagall’ın hayatı temsilen ineği, ölümü temsilen de kemanı koyması ilginçtir. Chagall’ın bu resimde ikilikleri anlatma eğilimi, bilincinin Vitebsk ye olan tükenmeyen sevgisi ve Paris için duyduğu tutkunun kanıtı gibi adeta.

Chagall ve "Crucifixion"

Chagall’ın "White Crucifixion" (1938) isimli tablosu hem insana korku veren hem de kendi hayali içinde gezinen bir havaya sahiptir. Tablo sembollerle donatılmıştır. White Crucifixionİsa beyaz bir çarmıha gerilmiş olarak bir yıkım ve koasun üstünde durmaktadır. Kırmızı bayraklı askerler sağda bir kasabayı yağmalarken, solda yanan bir sinagog görünmektedir. İsa figürünün altında dindar Yahudilerin sembollerinden olan bir şamdan vardır. Bir çok insan dini sembollerini sıkı sıkıya sarılarak kaçarken resmedilmiştir,. Bu tabloda da gene ikilikler göze çarpmaktadır. İsa’nın beline dolanmış Yahudilere ait bir ibadet şalı vardır; fakat aynı zamanda çarmıhtaki İsa Hıristiyanlığın acı çekme sembolüdür. Chagall bu parçayla Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin benzer olduğunu anlatmaktadır. Bu eser yoruma fazla meydan bırakmaz; Chagall’ın resmi, onu saran kaos hissini temsil etmektedir. Halkının katledilmesindeki çaresizliği ve üzgünlüğü tualine yansımıştır, Yahudi şehitleri göçmenleri çizerek.

1943 yılında Chagall "Yellow Crucifixion" adlı benzer bir tablo daha yaptı. Bu eserde, İsa tualin dış kenarına yerleştirilmiştir ve büyük bir Tevrat arka plana konmuştur. Bu dönemde soykırım en yüksek noktasına çıkmış ve yüz binlerce Yahudi katledilmiştir. Bu Chagall’ın neden bu resin odak noktasına Tevrat’ı yerleştirdiğinin göstergesidir.yellow crucifixion

Savaş döneminde, Chagall sanatını hem karmaşık hislerinin katalizörü olarak, hem de Nazi rejimine karşı silah olarak kullanmıştır. Yaratıcı zihni ve ikonografideki ustalığı sayesinde savaşın yıkımlarını ve travmalarını ölümsüzleştirmiştir.

Kaynak: http://www.buzzle.com/ Julie Gladstone’un 9.Mayıs.2007 tarihli makalesi

Çeviren: Duygu Kocabaylıoğlu

"Chagall ailesinin bir sure İstanbul’da oturduğunu ilk kez duyuyordum. Bizzat kendisinden duyduğuma göre doğruydu. sonradan öğrendim ki, Chagall Romanya Yahudisiymiş ve o tarihlerde göç zorunluluğu olunca önce İstanbul’a gelmiş, bir sure sonra da Paris’e yerleşmiş. Herhalde İstanbul’da kalsaydı Chagall olmayacaktı, olsa olsa Nurullah Berk ve Bedri Rahmi'nin arkadaşı olacaktı; kıskandıkları için onu akademiye hoca da yapmayacaklardı. O da köprüden her aksam vapura binip adaya giderken filtresiz yassı bir yenice sigarası yakacak ve dumanını Marmara denizine doğru üfleyecekti." Ara Güler - Yeryüzünde Yedi İz – YKY / 2002

"Palais Garnier'in tavanını tek kuruş almadan boyayan ressamdır.. söylenene göre, üstündeki kirli tulumuyla öğle yemeği için operanın karşısındaki bir cafeye giden Chagall burada iki Portekizli boyacıyla karşılaşır.. iki memleketli aralarında ne kadar da az paraya çalıştıklarını tartışmaktadırlar o sırada.. derken içlerinden biri Chagall'a döner ve onun kaç paraya çalıştığını sorar.. Chagall "bedava" cevabını verince Portekizli gülerek "bak bizden kötü durumda olanlar da varmış" der.. bendenize ilk duyduğunda saçma gelen bu Anektod kaynağı (Abidin Dino) göz önünde bulundurulursa büyük ihtimalle yaşanmış bir hadisedir ve Chagall’ın ismini her duyduğumda içimin ürpermesine neden olur.. esasen Chagall gibi insanların meselesi kozmik bir meseledir: “varlıklı olmakla var olmak arasındaki fark; bir piyano satıcısıyla bir piyanist arasındaki farka benzer.. ikisi de piyanonun tadını çıkarır. birincisi satarken, öteki de çalarken...” Çetin Altan

Kaynak: eksisozluk.com

3 Ağustos 2007

bir temmuz sonu, bir ağustos başı..

Bu haftadan geriye ne kaldı?
  • Televizyonlarda seçim analizleri temposunu kaybetmiş görünse bile, yorumcular büyük şevkle 'yeni' Türkiye tablosu üstüne konuşmaya devam ettiler. Gazeteler de, bölge bölge hatta il il, seçim oranlarının bir önceki ‘verilere’ göre nasıl değiştiğini incelemeye devam ettiler. Yani, medya işini yapmaya devam etti.


  • CHP, 'neden öyle değil de, böyle oldu?' sorusunu kendisi dışında başka her yere soran bir rapor hazırladı.
  • Cumhurbaşkanlığı makamı sayın Başbakanımız ve Dışişleri Bakanımız arasında bir tevazu mertebesine dönüştü: "Aman azizim, lütfen buyrun." "Çok rica ederim, benden evvel siz, lütfen." Tarihi eski olsa da, Bianet haber sitesinin “Falanca Neden Cumhurbaşkanı olmasın ki?” başlıklı bir dosyası var. Entelektüel kesimden aydınların ve sanatçıların kısa hayat hikayeleri ve neden cumhurbaşkanlığı mertebesine yakışacakları kaleme alınmış. Başlangıç olarak size Yıldırım Türker ile ilgili yazının linkini verelim, gerisini de Limonluk okuyucularının takdirine bırakalım..
  • Borsa, seçim yüzünden geçtiğimiz hafta yaptığı 'çıkış' saçmalamasını, bu hafta 'dış mihraklı' gelişmeler sonrasında dengeledi.
  • Köşe yazarı Ece Temelkuran ortaya bir muhabbet sorusu attı diye kıyamet koptu! (Örtülü-örtüsüz kadın tartışmasına Limonluk'ta değinmiyoruz; merak edenler şu adresten her iki görüşü de detaylıca inceleyebilir.)
  • “Cefakar Türk kadınının önüne bu programları biz dayattık, beyinlerini sulandırdık.” itirafında bulunmadan, tüm kanallar bir doktora öğrencisinin “Türk Kadını ve TV Programları” konulu tezine kilitlendi. Yapılan araştırmaya göre, ev hanımları günde ortalama 5,5 saat TV karşısında kadın programları ve dizi izleyerek zaman geçiriyormuş. İnsanın ‘Bre zındıklar başka ne sundunuz da, Desperate Houswives entelektüelliği bekliyorsunuz Türk ev hanımlarından?’ şeklinde hesap sorası geliyor.
  • Sanatsal mevzularda ise Norah Jones, İstanbul'da yağmur gibi şakıdı; gidip dünya gözüyle dinleyemedik kendisini, biz de mest olanlardan öğrendik..
  • Fakat Limonluk'a göre bu hafta dananın kuyruğu, tecrübeli siyaset yazarı Nuray Mert ve yazarların yazarı, müthiş tespit insanı Perihan Mağden arasında koptu! Perihan Mağden’i sayarız, severiz; cesur(!) yazı üslubuna diyecek sözümüz de yok, fakat kendisini gözü kapalı okuyanlara Nuray Mert’in 2 Ağustos 2007 tarihli Radikal’de yayınlanmış yazısını hararetle tavsiye ediyoruz. Fikirlerini keskin diliyle ifade etmekten kaçınmayan, başörtülü kadınların haklarını savunduğu için ‘laik’ yazarlar tarafından sevilmeyen, fakat ne hikmetse kimsenin gitmeye yanaşmadığı İran ve Suriye’ye giden sayın Nuray Mert, “Perihan Mağden'e açık cevap” başlıklı yazısında bakalım ne diyor :
    “Böyle olmasını istemezdim. Ne de olsa 25 yılı aşkın tanışıklığımız, inişli çıkışlı da olsa dostluk denemelerimiz ve en önemlisi, en azından benim için, çok güzel anılarımız var. Biraz da bu yüzden, satır aralarında atışmaya devam etmek istemiyorum. Devam bir yana, başından beri bu durumdan fazlasıyla rahatsızım.
    Bu tuhaf durumu o başlattığı için, bunu gönül rahatlığı ile söyleyebiliyorum. Bakın bu tatsız süreç nasıl başladı; günlerden bir gün, kadın kotasıyla ilgili bir yazısını, beni kastettiği aşikâr olan, yenilmez yutulmaz bir ifadeyle noktaladı. Bu konuda ne söylediği, ne savunduğunu doğru düzgün anlatması mümkünken ve de bunu zaten yapmışken, nedense dayanamamış, yazısının sonuna 'Kadın kotasına karşı çıkacak kadar erkek yalakalığına gönül indirenler' ifadesi yerleştirmiş. Malum bu ülkede, kadın kotasına karşı yazı yazan neredeyse tek kadın benim, dahası aynı gazetede yazıyoruz.
    Bu kadar çirkin bir ifadeyle karşı karşıya kalmaktan ne kadar rahatsız olduğumu tahmin edersiniz. Yine de, kendisine isim vererek karşılık vermek yerine, isim kullanmadan, 'Kulaktan dolma bilgilerle siyaset yorumu yapan, böyle terimlerle eleştiri yapar' türünden bir gönderme yapmakla yetindim. Bu kadar tatsız bir atışma, ismiyle ortalara dökülsün istemedim.
    Belli ki çok bozulmuş, cevap yetiştirmek için fırsat kollamış. Ama nedense, durmuş durmuş, salı günkü yazısında, konusu bambaşka bir yazının başında, güya adımı vermeden, sataşma teşebbüsünde bulunmuş. Aslında ben nezaketen 'sataşma' diyorum, kendi deyimiyle 'geçirmiş'.
    Bu saatten sonra, hiç olmazsa, 'Neden üstüne alınıyorsun?' sahtekârlığına sığınmayacağını umut etmek istiyorum. Alışılmış ve artık fazlasıyla sıkıcı deyimleri ile beni tarif ediyor, siyaseten doğrucu olmadığımı, olamayacağımı, 'ilk demokrasi' dersinde çaktığımı falan söylemeye çalışıyor. Siyaseten doğruculuk, siyaset bilimi okumakla, televizyonlara çıkmakla olmuyormuş, vicdan, beyin, hakkaniyet, duygusu, merhamet ve zekânın karışımı olarak doğuştan geliyormuş.
    Kimin neyin ne kadar karışımı olduğunun takdirini okuyuculara bırakıyorum. Derlediği terkip çok yanlış değil kuşkusuz, o nedenle de, ya beyinsiz, ya vicdansız, ya merhametsiz artık nedeni neyse, kendisinin siyaseten doğruculukla alakasının olmadığı, benim için (veya kimin için kurduysa) kullandığı terimle sabit. Üstelik, feminist, üstelik kadın hakları, dayanışması savunucusu iddiasında bir kadın bir diğeri için (veya isterse bir erkek için olsun) 'geçirmek' terimini kullanacak, sonrada, bu kadar çirkin bir erkek jargonu ile bana siyaseten doğruculuk dersi vermeye kalkacak.
    Kusura bakmasın, ama bu dille konuşan ne bir kadınla, ne bir erkekle, ne siyaseten doğruculuğu ne de başka bir konuyu konuşmayı lüzumsuz görüyorum. Şükretsin ki lüzümsuz görüyorum da, kulaktan dolma esintilerle yaptığı siyasi analizlerin perişanlığını ortalara dökmeye girişmiyorum. Diğer taraftan kendisini, Türkiye için ciddi bir kayıp olarak görüyorum, bu kadar keskin bir gözü ve mucize bir kalemi olan biri, bu derece ucuz siyasi gösterilere ve çirkin saldırganlığa tenezzül etmeseydi, çok daha iyi şeyler yazabilirdi diye düşünüyorum. Kendisine, hiç olmazsa bundan sonra, vicdan, akıl, izan ve sükûnet ile davranmayı tavsiye ediyorum. Ha, bir de, olur da kendini tutamazsa, ben yazıyla sataşmakla yetinmeyip, sokak aralarında kıstırıp dövmeye çalıştığı kadın yazarlara benzemem, çevresinde kim varsa, o tür teşebbüslerde bulunmaktan vazgeçirsin.”
    Eh, ama birinin satır aralarına devamlı saygın isimler ‘insert’ eden Perihan Mağden’e cevap vermesi gerekiyordu..Medya magazinciliğimizi de layıkıyla yerine getirdikten sonra, bu haftalık huzurlarınızdan ayrılıyoruz. Buzlu maden suyunuzun içine bir dilim limon atmayı unutmayın!