5 Aralık 2007

Milliyet Sanat Aralık 2007


Genelde Limonluk'un adeti değildir reklam yapmak, fakat bu sefer tanıtımdan, tavsiyeden de öte hem övgüyü hem reklamı fazlasıyla hakeden bir yıl sonu sayısı var elimizde: Milliyet Sanat Aralık 2007 .


Bu ayki Milliyet Sanat, ifade etmek için klişe tabir haksızlık olacak belki ama, gerçekten dopdolu bir çalışma ortaya çıkmış. İçindekiler kısmına göz gezdirdiğinizde dahi ellerinize sığmayan, taşıp giden bir içerik hazırlamış dergi ekibi. Milliyet Sanat'ı uzunca bir süredir takip eden kültür-sanat izcisi olarak en beğendiğimiz arşiv sayıları arasına şimdiden girdi 585 no'lu bu sayı.
Usta hoca, ayaklı kültür kütüphanesi Tuğrul Eryılmaz'ın affına sığınarak sizinle 'İçindekiler'in bir kısmını paylaşmak istiyoruz.


SİNEMA
Nevrotik adam, emsalsiz
sinemacı: Woody Ailen
Yeni filmiyle Şener Şen
İpek Yolu Film Festivali başlıyor
Cevat Çapan "Beowulf'u anlattı
Eva Green portresi
Agah Üzgüç Türk sinemasında 'kabadayı'ları yazdı
KÜLTÜR
Slavoj Zizek'ten Milliyet Sanat'a özel röportaj
Düşüncenin sandık odası
Sadece insan oldukları için...
istanbul ve kültür
EDEBİYAT
Oğuz Atay'ı anıyonuz
İnci Asena'nın kaleminden Marcel Proust ve yeni yıl
Sevgi Soysal dosyası
Oktay Rifat'ın pencenesinden
Gülten Akın Munathan Mungan'ın "Dağ"ını yazdı
Prens Sabahaddin'i anlamak
ARKEOLOJİ
'Keçiler kenti'ni kazmak
FESTİVAL
Beyoğlu, Pena Fest'i ağırlıyor
PLASTİK SANATLAR
Cihat Bunak hakkında hen şey
Boteno: Güney Amenika'nın Picasso'su
Ankana'dan plastik sanatlan
"Doğuyu Tüketmek" Osmanlı Bankası Müzesi'nde
Ali Arif Ersen'in fotoğrafları
Bin müze ne İş'e yarar?
SAHNE SANATLARI
Savunulası bin oyunbozan: "Oyunu Bozuyorum"
Devlet Tiyatnosu'nda "Tek Kişilik Şehin"
"Bin Halk Düşmanı" sahnede
"Babam Haklıydı", aktön bin baba oğulu, sahnede buluştu nuyon
MÜZİK
Mick Jagger portresi
Bruce Springsteen'den yeni albüm: "Magic"
Müzisyenleri etkileyen bin isim: Rainen Mania Rilke
Tülay German'ın kayıtları yayınlandı

Gördüğünüz gibi dergi bitmiyor. Bir ayda okunacak gibi değil :-) Ve 'keşke içinde ben de yazsaydım!' dedirtecek kadar güzel, sindirile sindirile okunası bir sayı. Limonluk olarak özellikle Zizek röportajını ve Sevgi Soysal dosyasını "şiddetle" tavsiye ediyoruz. Zaten 3. dünya savaşının şans eseri ertelendiği şu günlerde sanat tavsiyesi bile şiddetle yapılıyor, sergisine polis koruması isteyen sanatçıların eserleri hakkında suç duyurusunda bulunuyor korumaya gelen aynı polisler. (bknz. Radikal 21 Kasım 2007)

Neyse bu son konuyu başka bir yazı başlığı olarak not edip, tanıtım yazımızı noktalayalım.
Herkese iyi seyirler, iyi okumalar dileriz...

4 Aralık 2007

Bir Film, Bir Kürtaj, Bir Psikoloji


4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün (4 Months, 3 Weeks, 2 Days) filmi, dağıtımcısı Bir Film'in sitesindeki tanıtıma göre, Türkiye'de FilmEkimi'nden sonra, yeni yılın ilk ayında vizyonda da gösterime girecek.

2007 Cannes Film Festivali'nden Altın Palmiye ile dönen bu bağımsız yapım, cidden 'sinir bozucu'. Çünkü gerçek, biraz 'sinir bozucu'dur..
Son dönem komünist Romanyasına beklendiği gibi siyasal eleştiri gözlüğünden bakan bir yapım değil, komünizmin sıradan insanların hayatları üstündeki doğrudan etkisini işleyen bir film 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün. Niyet 'insan' üstünden hikaye anlatmak olunca da karakterlerin iyi bir analizle verilmesi gerekiyor. Hatta bir sinemasever olarak sağlam bir senaryodan beklediğimiz, sağlam bir karakter analiziyle bize hikayeyi aktarabilmesi. Ve böyle filmler, ana akım sinemada maalesef çok fazla elimize geçmiyor.
İşte, bağımsız Avrupa filmlerini bu açıdan ele almak gerekiyor; özellikle eski doğu bloğu ülkelerinin sinema yapımlarını alışık olduğunuz Hollywood gözlüğünden kurtularak seyretmeniz elzem. Yoksa 'ee ben bu filmden hiç bir şey anlamadım?!' şaşkınlığı ile jenerik ile karşı karşıya gelmeniz olası. Ve bunun yanısıra her daim karşınıza 'ağır' bir yapımın da çıkacağını aklınızın kenarında bulundurun. Doğu Avrupalı yönetmenler seyircinin midesine yumruk atmayı gayet iyi başaran sinemacılar zira. (Limonluk'ta bundan sonra daha fazla doğu Avrupalı yönetmen çıkacak, hazırlıklı olun:)

Lafı uzatmayalım bu film, menstrüasyon dönemi gecikmiş, kendinden şüphelenen kadınlar hariç 'komünizmde doğu Avrupa' meraklılarına, 'kadınlar yasadışı kürtaj olmak zorundaysa acaba neler yaşar?' sosyolojik sorusuna cevap arayanlara, ve bünyesi 'gerçekleri' kaldırabilenlere tavsiye olunur.

İyi seyirler dileriz..

Radikal'in FilmEkimi ekinde, 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün için bir eleştiri yazısı yayınlamıştı. Eki edinemeyen, alıp da kaybedenler için..

Çaresiz Moraliniz Bozulacak!

Otilia ve Gabita üniversitede oda arkadaşıdırlar. Film, 1987 yılında bir Romanya kışının sefaletinde, komünizmin son dönemlerinde geçiyor olsa da, bu iki öğrencinin hayatları bize çok da uzak gelmiyor; onların da yaklaşmakta olan sınavları, arkadaşları, erkek arkadaşları, gelecekleriyle ilgili planları ve i günlük sıkıntıları var. Kısaca, iki çocuklar. Okulla, arkadaşlıklarıma, yaklaşmakta olan zorunlu askerlikle ilgili dertleri var ama hiçbiri Gabita'nınki kadar dertli değildir. Gabita'nın kürtaj olması gerekiyor. Ancak kürtaj yıllardır Romanya'da yasaktır. Otilia da ona yardım etmeyi planlıyor ama ikisi de kendilerini neyin beklediğini bilmiyor. Acı dolu ve bolca gerilimli
Christian Mungiu'nun yazıp yönettiği '4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün', seyircinin yüzünü buruşturmaması olanaksız bir film, yani kesinlikle 'eğlenceli' değil. Ama film, inanılmaz biçimde etkileyici, muhteşem oynanmış ve mükemmel yönetilmiş ve birçok açıdan geçen senenin en iyi yabancı film Oscar'ını alan 'Başkalarının Hayatı'ını hatırlatıyor, iki film de, faşist yönetimin zorlaştırdığı ve ister istemez insanların birbirleriyle olan ilişkilerini zehirleyen sistemini tasvir ediyor. Bir kürtaj için ödenen rüşvetler, gizli görüşmeler ve hiç imkansız olmayan hapse girme ihtimali. Bunlar filmi, acı dolu ve bolca gerilimli kılıyor. Film, çok natürel bir yöntemle çekilmiş. Mungiu'nun zaman ve yer kavramlarıyla ilgili sezgileri çok keskin ve oyuncuları o kadar iyi performanslar vermişler ki, oynadıkları karakterlerin içinde kayboluyorlar. Gabita ne kadar gergin ve çaresizse, onu canlandıran Vasiliu da o kadar gergin ve çaresiz örneğin. Kürtajı gerçekleştiren Mr. Bebe'yi canlandıran Vlad Ivanov'un oyununu da takdir etmeden geçmemek gerek. Ivanov'un performansı çok başarılı bir biçimde 'tiksinç'. Bebe, ne yaptığını çok iyi bilen ve yaptığı iştarafından hesapçı bir canavara dönmüş bir adam, hesabı ise şansını ne kadar zorlayabileceği üstüne. Ivanov son derece dikkatle hazırladığı, yumuşak sesli 'yıkım', Otilia ve Gabita'ya yasadışı bir iş yaparken yasadışı işler yapan diğer insanlardan da korunamayacaklarını gösteriyor. Bebe'nin ödemesini -ve fazlasını- aldığı sahne öyle acımasız ve keskinlik derecesinde gerçekçi. Bu sahnelerde oyunculuk öyle üstün bir seviyede ki kendinizi belgesel seyrettiğinizi sanıyorsunuz.

Serinin ilk filmi

'4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün' yönetmen Christian Mungiu'nun komünist Romanya'daki yaşamı anlatan 'The Golden Age' diye adlandıracağı serinin ilk filmi. Bu filmde karşımıza çıkan acı gerçekçilik gelecek filmlerde de varlığını koruyacaksa, Mungiu'nun başarılı olmasını dilememek imkansız. '4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün', seyirciyi etkilerken bir yandan ona meydan da okuyacak, başka seçeneğin olmadığı durumlarda alınan kararların getirdiği kişisel ve politik zorlukları göz önüne seren bir film. Kabul etmek gerek ki, bu çok kolay yapılır bir iş değil, (cinematical.com'dan çeviren Dilay Yalçın)
Meraklısı için filmin resmi internet sitesine şuradan ulaşılabilir..

Sizin İçin Araştırdık

Daha da meraklısı için : Zorunlu haller dışında isteğe bağlı kürtaj Türkiye'de 1983 yılında yasallaşmış bulunuyor ve hamileliğin 10. haftasına kadar uygulanabiliyor.
1984'te Portekiz'de yasaklanan kürtaj, bu yıl mart ayında referandum ve meclis onayı ile yeniden yasal hale geldi.
Avrupa'nın süper demokrasisi İsviçre'de 2002' yapılan bir referandumla halka "kadın sağlığını tehdit eden haller dışında kürtaj yapalım mı?" sorusu soruldu. Yani kişisel isteğe bağlı kürtaj henüz yasallaştı...
Muhafazarkarların her yeri sardığı ABD'de ise, kürtajın her gündeme geldiğinde ortalığı nasıl karıştırdığını anmaya hacet yok...
İnsan sormadan edemiyor "Acaba en demokratik biz miyiz?" :-)

Bir de, durum hemen hemen her ülkede aynıysa, çarpıtılmış komünizmin Romanya'da böyle vukuu bulmasının ne günahı var..?

23 Kasım 2007

Müzik ve Erkek Egemenliği

John Shepherd

AngelaMcRobbie İngiltere'deki altkültür analizlerini eleşitirirken şu gözlemde bulunur: "Kadın hareketinin merkezi noktalarından biri özel yaşamının siyasiliğidir.... Bir kaç radikal (erkek) toplumbilimci özel olanın toplumsal ve siyasi bilinçteki rolünü reddetseler de, kendi deneyimlerinin konu üzerindeki tercihlerini belirlemesi öyle ya da böyle bir tabudur". Benim müziğin sosyolojisiyle bir müzikolog olarak ilgilenmem, müziğin bütünün ciddi biçimde bir toplumsal ve

kültürel form kabul edilmesi ve "ciddi" müzik kadar "popüler" müziğin de üniversitelerdeki müzik bölümlerinde incelenmeye değer bulunmasıyla ilintili. Bu ilgi 19601ar ve 1970lerde ingiltere ve Kanada'da yaşarken genç bir insan olarak edindiğim kültürel ve müziksel deneyimlerle başladı.O günlerde "popüler" müziğin bireyler üzerindeki toplumsal bakımdan ve kişisel açılardaki yönlendirme gücü beni epeyce etkiledi .Benim 'klasik' ve 'popüler' müziğin siyasi ve kişisel (süreçleri ve metinlerinden çok) yapılarım açığa çıkarma girişimlerim, Paul Willis ve Dick Herbie gibi erkekler ve oğlan çocuklarının kamu yaşamında kadınlar ve kız çocuklarının geri planda durmalarıyla varolduklarını açıklayan altkültür analistlerinin vurguladıkları olgularda karşılık buldu. Bütün bu araştırmalar (sınıfsal ve etik) sorunlar ile ilgilidir ve soruyu hangi erkeklerin siyasi güç kullanacağı meselesine indirger. Bu soru şimdi kültürel üretim ve direniş süreçlerinin anlaşılması konusunu çerçevelemektedir : Kültürel üretimin tohumları erkeklere ait bir dünyada değil, Dinnerste-in'in de gösterdiği gibi evde atılmaktadır . Ben, toplumsal sınıf düzeninin kendi farklı kültürel gerçeklikleri ve yabancılaşma tarzları ile , cinsiyet ilişkileri mantığının bir yansıması olduğu kanısındayım . Hem toplumun , hem de toplumsal çözümleme okullarının sınıf düzeni sorunları üzerindeki vurgusunun kendisi Rönesans ve sonrasında gelişen erkek hegomonyasınm belirli biçimlerinin bizzat bir sonucu gibi görülebilir . Eril kavrayış insanları toplumsal ilişkilerde yeniden anlamlandırır . Tek yanlı denetim gücü de buradan gelir ve endüstriyel kapitalizmin bütün toplumsal yapılarında baskın bir biçimde görülür . Ancak bu yapıları karakterize eden yabancılaşma biçimleri ve merkezileşmiş denetim, toplumsal mevcudiyetle bütünüyle tektipleşmeden harekete geçemez . Harry Braverman'ın ileri sürdüğü gibi ; işçilerin kapitalist üretim biçimlerine adaptasyonu , çalışan nüfusun bütün alternatifleriyle birlikte bütün öteki örgütlenme yollarının yıkımı sayesinde gerçekleşir . Hemen ardından tüketim ilişkileri ve kimlik meselesi de yeni koşullara uydurulur . Böylece kapitalist toplum ilişkileri olası yegane ilişki türü gibi kabul edilebilir . Üstelik kimse onları sorgula-maz , doğallıklarından kuşku duymaz . Mc Luchan ; toplumsal ilişkilerin bu denli homojenleşmesini, -hiç düşünce ve algılardan söz etmeden - insanlar arasındaki ilişkilerin tek bir kanaldan iletişim kurulmasıyla sağlanmasına bağlar . İnsan bu kanal dışındakiler-den göreceli olarak yalıtılmıştır . Rönesans sonrasının analitik ve fonetik açılardan iyi eğitilmiş erkeklerinin yaşamında giderek önem kazanan görsellik , birbiriyle ilişkili pek çok kavramın ortaya çıkmasına neden olmuştur . ( Örneğin , nesnellik , uzay-zaman , neden-sonuç analizleri , deterministik mantık ve denetim ) . Bu kavramlar fiziksel çevreyi yönlendirmek ve kurumlaşmayı gerçekleştrirmek yolunda başarılı araçlar haline gelmiştir .

Sonuçta , bu kavramlar "eğitimli" erkekleri baştan çıkardı. Erkekler kendilerini kolayca dünyadan ayırıp tamamiyle söylencesel bir konumda sanmaya başlamışlardı . Sanki fiziksel , insani ve toplumsal mevcudiyet tek boyutlu , durağan bir göstergeydi ve yalnızca güç sahipleri bu göstergeyi okuyabilirlerdi . Böylece birey üstünlük kazandı . Ama insanlar yalnız öteki insanlarla ilişkilerine göre "insan" sayıldıkları için ve dünyaya bu biçimde yaklaşmak bir tür söylencesel nitelik taşıdığı için kişilerin özü tek taraflı toplumsal ve fiziksel denetimden geçecekti . Böylesi denetimler hem bilinçsizce hem de fark ettirmeksizin uygulandı . Rönesans sonrası kültürün söylencesiz bir kültür olabileceği fikrinin cazibesine kapılan rönesans sonrası erkekleri kendi yaşam haklarına sarıldılar ve böylece toplumdaki öteki insanların yaşam haklarını kendi egemenlikleri altına aldılar . En kötüsü de , Avrupa toplumunun insansız bir topluluk haline gelmesiydi . Bu kusursuz ama söylencesel bürokratik dizgede ; temel insani değerler , şiddetli sarsıntılar ve sınırlamalar yüzünden ancak güçsüzlerin arasında varlığını sürdürecekti . Bu anlamda , etnik azınlık kültürleri ile emekçilerin karşılaştırılmalı deneyimsel ve duygusal zenginlikleri ; kadınların dünyasıyla daha temelden ilişki-lendirilmiş bir takım değerlerin toplumsal sınıf düzeni içindeki bir izdüşümleri gibi görülebilir.

Müzik, cinsiyet ve toplumsal sınıf düzeni

Kanımca, kamu yaşamını yapılandıran ve denetleyen unsurların görselliğinin önem kazanması hem 'klasik' hem de "popüler" müziğin gelişimini etkileyen belli başlı sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçlar en iyi müziğin temel olgusunun anlaşılması yoluyla incelenebilir. Müziğin temel olgusu, ses örgüsünün fiziksel görüngüsünü temel alır ve kutsal yazıtların görsel açıdan aracılık ederken kurdukları hegemonyayı ciddi bir biçimde tehdit eder.

Tekrar etmek gerekirse: görme, akıcı ve sessizdir; mesafede bir ayrımı (bölünmeyi) vurgular. Bu yolla dünyaya kanalize olmamızı, dünya üzerindeki zaman ve mekanı kullanabilmemizi sağlar. Dokunma yalnızca kendimizi farketmemizi değil aynı zamanda kendimiz ile kendimiz-olmayanı kesinlikle ayırt etmemizi sağlayan temel bir duyudur. Ses, görmenin ve dokunmanın tersine dünyayı bize taşır, ilişkinliği ve bağlantıları vurgular. Duymak bize çevremizde bir derinlik dünyası bulunduğunu anlatır, bütün yönlerden gelir ve eş zamanlı biçimde bize ulaşır; bize getirdiği, ulaşım süresince akıcılığını koruyan, hareket halindeki bir dünyadırve sürekli bizi tepki vermeye zorlar. Buna benzer olarak insanlar için duymanın paradigması olan ses de iletişimin, dilin bir biçimidir. Yüzyüze iletişimin sözlülüğü, birey ile kültürel mevcudiyetin toplumsal ilişkisini etkilemez ama bu ilişkinin altını çizebilir.

Tını sesin, onu hareketlendiren titreşimsel bir esasıdır. Bize, bireylere yaşadığımızı, algıladığımızı anımsatır. Tını, bireysel sonik olayların özü olarak, bizi birey haline getiren deneyimlerin rabıtasına hitap eder. Sesin dokunsal, metinsel özelliği dünyayı bize getirir ve bize insanlığın toplumla ilişkisini anımsatır. Bize dokunurken bizi dürterken de bizim kendi mevcudiyetimizin farkına varmamızı sağlar. Simgesel olarak, o bizim mevcudiyetimizdir.

Müziğin mevcudiyeti, tıpkı kadınların mevcudiyeti gibi, erkekleri bir bakıma tehdit etme gücünü elinde tutmaktadır, insan dünyaları arasındaki toplumsal ilişkideki ısrarı ve sonuç olarak bireylerin tepki vermesini beklemesi bu tehditi biçimlendirir. Bu biçimleniş sırasında müzik erkeklere dünya üzerindeki denetimlerinin ne kadar kırılgan ve körleş-miş bir doğası olduğunu anımsatır. Cinsler arasındaki ilişkilere dair özetlenen fikirlerde belirtilen terimlerle ifade edersek, erkeklerin kadından korkusu "mantığa ilişkin yazılanların ahlaki karekterinin denetimsiz bir müziksel deneyimle oluşan tehditin-de" göze çarpar. Ama müziği toplumsal ilişkilerden daha fazla reddetmek mümkün olmadığı için, müziğin bu tehdidine Rönesans-sonrası erkeklerinin verdiği yanıt üslubu, ritmi kendi keyiflerine göre yalıtmak olmuştur. Tınının zamana ve uzaya uzantıları sayılan üslup ve ritm müziksel artikulasyon-dan uzaklaştırıldı. Bu yöntem insan yaratımı ve kültürün üretilmesinde esas alınan maddesel ve kavramsal denetime benzemektedir.

Ritmlerin, usûllerin,akortların ideal homojenliği

sonsuz tekrarlamalardan oluşan sınırlı ve kapalı bir müziksel dizgenin oluşumuna yol açar. Aynı dizge sınırsız carlamalara sahip, kapalı ve sınırlı kapitalist bir toplumda ilişkilerin doğasının da bir ifadesidir, böylesi bir ilişkiler it uda yankı bulur. Aynı yolla, kapitalist toplum ilişkilerini yönetmek ve tektipleştirmek bağlamların açıkça ortaya konması, anlam ve terimlerin dikkatle telaffuz edilmesi ve mantıksal bağlantıların iyice açığa çıkarılmasıyla mümkündür. "Klasik " müzik,işlevlerin belirsizleşmesininyasaklandığı bir müziksel dizge içinde ortaya çıkar.

Müzik söz konusuysa ses tonu, tını bütün öteki parametrelerden daha fazla ses örgüsünün doğasını oluşturur. Sesi sonsuz bir süreklilikle algılamak mümkündür, sesi belirlenmiş bir perde olmaksızın, hatta belli bir üslup sınırlamalarından uzak olarak algılamak mümkündür ama sesi tınısız algılamak mümkün değildir.'Klasik' ve 'popüler' müziğin toplumsal önemi bu kavramlar (bağlam) içinde anlaşılabilir. Üzerinde durmak istediğim argüman, 'klasik' geleneğindeki ses örgüsünün esası mümkün olan en küçük temel birimlere indirgenmiş ve kendi özündeki sonik olasılıklardan soyutlanan notalar endüstriyel kapitalist toplumların bireycilik karekterinin markalaştığı birer kod haline gelmesidir. Ancak, güçlü ve nüfuzluların bireyciliği, proleterleşmiş kültürlerin topluluklarında görülen zengin ve duygu yoğunluğu yüksek bireyciliğe benzemez. Güçlülerin bireyciliği, girişimi ve tek bir bakış açısını elinde tutabilir ama aynı zamanda toplumsal kabul edilebilirlik ve bağımlılık tarafından standart-ıaştırılmıştır. Güçlü ve nüfuzlular arasındaki bireycilik yapılandırılmış bir homojenlikle denetlenmelidir. Mc Luhan'ın dediği gibi; "Bireycilik hem parçalanmış, pasif, tam techizatlı tektip bir askerlik anlayışıyla; hem de aktif, agresif bir özel teşebbüs ve ifade anlayışıyla homojen vatandaşlara öncül bir teknolojik ge-lişm önerir." Bu homojenlik görsel iletişim kanalları üzerinde içkin bir baskı kurularak denetlenir, korunur ve üretilir. Bu nedenle 'klasik' müzik geleneğinde kabul edilebilen ses örgüsünün denetimi, korunması ve üretilmesinde de aynı yol uygulanır.

Ama müziksel bileşenlerin böylesi bir biçimde standartlaştırılması insanların 'klasik' müzik geleneğindeki müziksel süreçlerden uzak tutulması anlamını taşımaz. Mükemmel entonasyon ve analitik müzik notasyonundan çıkarılan matematiksel açıdan ölçülü ritmler (bu notalar müziksel belirliliğin özüne uygun ritmler ve üslupların kusursuz analitiğiyle oluşur) kusursuz bir bürokratik sistemin idealize edilmesi gibi söylenceseldir. Klasik gelenekteki iyi icracılar notasyonal ritm kalıplarından inceden inceye ayrılırlar, pek çok enstrüman farklı akortlar kullanır ya da farkedilir bir vibratoyla çalınır, böylece ortaya görkemli bir ses örgüsü çıkar. Bu görkemlilik yakalanmadığı takdirde enstrümanların sesi ölü çıkar, iletişim güçleri kaybolur. Ancak, aynı şekildeki bir kişisel girişim toplumsal kaidelerin zorlama ve sınırlandırmalarıyla karşı karşıyadır, toplumsal kabul edilebilirlik sınırlarını zorlamamalı ve bürokratik ideallere bağlı kalmalıdır. Buna göre, müzikteki bireysel girişimlerin icra sırasında notasyonal ritm ve usûl kalıplarından uzaklaşması bu kalıplara bağlı kalanlar-ca engellenmelidir.

Benzer bir gözlem klasik gelenekteki bestecilik anlayışını incelerken de yazılabilir. Pek çok büyük bestecinin çatının kurulması için gerçekleşmesi şart olan ilkelerin belirlediklerine göre daha kompleks ve uzun parçalar yazarak klasik müziğin armonik ve ritmik iskeletindeki ruh eksikliğini tazim ettikleri öne sürülebilir.Klasik gelenekteki müziksel yaratıcılık ve yorum; uygulamalarda kabul edilebilir bir ses örgüsüne bağlı kalındığından kendini güvenli, tehlikesiz ve bürokratikleştirilmiş normların emirlerine amade bir işleme dönüştürebilir. Ritmlerin, usûllerin, akortların ideal homojenliği sonsuz tekrarlamalardan oluşan sınırlı ve kapalı bir müziksel dizgenin oluşumuna yol açar. Aynı dizge sınırsız tekrarlamalara rastlanan, kapalı ve sınırlı kapitalist bir toplumda ilişkilerin doğasının da bir ifadesidir, böylesi bir ilişkiler ağında yankı bulur. Aynı yolla, kapitalist toplum ilişkilerini yönetmek ve tektipleştirmek bağlamların açıkça ortaya konması, anlam ve terimlerin dikkatle telaffuz edilmesi ve mantıksal bağlantıların iyice açığa çıkarılmasıyla mümkündür. "Klasik" müzik, işlevlerin belirsizleşmesinin yasaklandığı bir müziksel dizge içinde ortaya çıkar.

Kapitalist toplum ilişkilerin tek doğal ve sorgulanmaz ilişki türü olarak kabul edilmesi yalnızca tek olanaklı ilişki türü gibi gösterilmesinden kaynaklanmaz. Bu kabullenmenin nedenlerinden biri de, kapitalist toplum ilişkilerindeki bürokratik akılcılığın mantığının her uygulamada tekrar tekrar belirtilmesidir. Böylesi bir ortamda mevcut olan hiç bir şeyin gizemi yok gibi görünmektedir. He rşey açık ve şeffaf görünür.Aynı şey klasik müzik için de geçerlidir. Onun da altında yatan mantıksal düzenek her fırsatta dile getirilmektedir. Notaları birarada tutan ölçü müziğin çalındığı her yerde belirtilmiştir. Richard Crocker'ın iddia ettiği gibi, 'klasik' müziğin gelişimi için atılan en önemli adım, kendi başına özerk birer yapı olan kapanış bölümlerinin de bir ölçüye bağlı gibi düşünülmeleriyle gerçekleşmiştir. Sonuçta, daha önce özerk kabul edilen melodik parçalar sonunda tektipleşmiş bir armonik bütüne hizmet eder duruma gelmişlerdir. İnsanlar klasik müzikteki notaların ancak dış yüzeyini duyarlar, analitik notasyon işini gördükten sonra bile varlığını koruyan iç zenginliği algılayamazlar. Böylece, "klasik" müzik insanları nesneler,dizgeleri de bireyleri yönetenler konumuna yerleştiren ideolojiyi mazur gösteren bir başka olgu olarak karşımıza çıkar.

Bu anlayış, Fransa'da on yedinci yüzyılın ortalarından on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar görülen ve Barthes'm ecriture clasique diye söz ettiği yazım tarzındaki "her koşula uygun, her yerde ve zaman doğru ve zaruri" olma anlayışından farksızdır. Ama, Barthes'ın da belirttiği gibi, gerçeği masumane bir biçimde yansıtan "beyaz bir yazın"dan söz edilemez. Nasıl opak ve taraflı olmayan, (Rasyonalist post-Rönesans erkeklerinin söylencelerine rağmen) içinde söylence barındırmayan bir gerçeklik, bir toplum yoksa, bir edebiyat veya müzik tarzı da yoktur. Edebiyatta, müzikte tarzlar vardır ve açıklık bu tarzlara yalnızca atfedilebilecek bir özelliktir, her yerde ve her zaman olanaklı bir nitelik değildir.

(Çeviren :Gamze Deniz, daha önce Çalıntı Dergisinde yayınlanmıştır. 1999 )

1 Kasım 2007

İyi Filmin Yolu Bazen Edebi Esere İhanetten Geçer

Sinemanın ifade imkanları çok farklı edebiyata kıyasla. Zaman zaman çok daha güçlü etkiler yaratabilen, çarpıcı olabilen bir güce sahip sinema. Ama bir yanıyla da zaafları olan bir alan. Mesela edebiyattaki bilinç akımını sinemaya aktarmak, bir insanın düşüncelerini sergilemek fevkalade zordur.
Kompleks bir psikolojiyi sinemada anlatmak zordur. Ama sinemanın da kendi silahları, kendi anlatım kodları vardır. Onları iyi kullanabilirseniz, bence birçok engeli aşabilirsiniz. Edebiyat uyarlamalarında kanaatimce en çok dikkat edilmesi gereken, o eseri yazmış olan kişiyle sinemaya aktaracak kişi arasında oluşacak ruh örtüşmesidir. Bu iki kişinin dünyayı algılama biçimlerinin ortak olmasından, hatta daha da ileri gitmek gerekirse, "o sinema adamı bir edebiyatçı olsaydı benzer bir eser ortaya çıkarırdı"ya kadar varan bir örtüşmeden söz ediyorum. Bu örtüşme durumunda ortaya çıkan filmin başarılı olma şansı çok büyüktür. Yoksa, bu çok ilginç bir roman, ben bundan güzel bir film yapayım, zaten iyi de satmış, ticari anlamda yararlanabilirim, denildiğinde, sonuç çoğu kez hüsran olur. Bunun birçok örneği var. Dostoyevski ya da Tolstoy uyarlamalarına bakarsanız, çoğu zayıftır. Hatta Visconti'nin bir Camus uyarlaması var (Yabancı). Ama Visconti'nin dünyası ile Albert Camus'nün dünyası o kadar farklı ki, ortaya çıkan şey maalesef başarısız oldu. Ama aynı Visconti, Dostoyevski'den "Beyaz Geceler"i uyarladı ve fevkalade başarılı bir film çıktı ortaya. İnsanlar ister istemez, edebi metin ile sinema filmini kıyaslıyorlar. Aslında kıyaslamamak lazım. Çünkü gerçekten kimi zaman iyi bir sinema filmi yapmanın yolu, edebiyat eserine ihanetten geçer. Kimi sahneleri atmak gerekir. Kimi tasvirler hiç yer almaz. Hatta yeni bölümler, karakterler yaratmak gerekebilir, sinema anlatımına katkıda bulunacaksa... Beni film yapmaya iten etkenler çok değişken. Öncelikle bir fikir olabilir bu. Okuduğum bir şey olabilir. Ama tamamen bunlardan bağımsız olan ve temelinde hiçbir düşünce barındırmayan bir duygu da olabilir. Yani, gördüğüm bir mekan bende bir hikaye anlatma isteği doğurabilir. Okuduğum bir şiirden bir dize, bir sözcük, bir müzik... Bence bütün bunlar film yapmak için sizi teşvik eden, duygularınızı kamçılayan öğelerdir...

Pınar Gürmen'in gerçekleştirdiği Ömer Kavur röportajından alınmıştır. Sinema Dergisi, 2001

21 Ekim 2007

Neden Yazıyorum?

"...Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya -tıpkı bir rüyadaki gibi- bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum..."
 
Orhan Pamuk, Babamın Bavulu- 2006 Nobel Ödül Töreni konuşmasından.  

1 Ekim 2007

Söz Uçar, Yazı Kalır!

SÖZÜN BAŞI


"Söz eyleme ışık tutar, onu aydınlatır,
olaya yansıtır onu."
Octavio Paz

"ister görülen şeyi ara, ister duyulan şeyi. Diler duyulanı iste, diler akıl edileni.
İster dokunulanı tut, ister vehme geleni*. İster duyulana yapış, ister bilinene.
Düşüncene, yahut hayaline gelen; sence mümkün, yahut mu­hal olan şey,
Söz düşmedikçe hep mahduttur*. Levh-i mahfuz* bile sözle kaplanmış, sözle anlatılmıştır.
İster var olsun, ister yok; her şey sözün avucunda muma döner(*)



Attar böyle diyor.
Bu'sözlerin ardına takılıp gideli çok oluyor. Zühre yıldızının ışıltısına kapılmışcasına kanatlanmıştım.
Günlük konuşma diliyle hayatı kavrayışın sınırlarını sözün bü­yülü dünyasına girince aşmaya başlamıştım. Sözün çekim odağın­da yaşanılanların ötesinde bir evren vardı. Çocukluğumun adas\ olan kentin dışında başka kentlerin, ülkelerin olduğunu; yüzyıllar öncesinde yaşanılanların insanlığın tarihinde nasıl biçimlendiğini, sözün beşiğinin kurulduğu günlerde, anlarda öğreniyordum. Mut­laka bir anlatıcı vardı. Sözün gücü dinleyenleri kendi barınağına alıyor, pür dikkat kesilmelerine can çadırları kurduruyordu.
Sonra sonra, bu çocukluk evrenimde, söz adacıklarından seke seke yazı yarımadalarına ulaşacaktım. Emekleme döneminden ge­çerek, iyiden iyiye, yazıp okumayı sokmuştum. Kendimi gece oku­malarında bulacaktım birden: Cenk kitapları, halk hikâyeleri, ma­sallar derken; çoğul okuma/dinleme fasıllarından tekil okumaya yönelecektim. Bu kez sözle yazının buluştuğu bir başka düş evre­nine girecektim.
Sözün önümde açtığı izlerden ulaştığım yer, yeryüzündeki va­roluşumun bilincine de kapı aralayacaktı.
"Sözün avucunda" "muma dönenlerin neler olduğunu göre­cektim.


II. / Yazının yaşamımdaki yeri, anlamı sözünkinden sonra gelir ama; yazıyı bilmeden, onun hayatımızdaki yerini görüp, değerini yaşamadan sözün anlamını çözmek de pek kolay değildi. Sanırım bu hep böyle olagelmiş; sözün anlam kazanışı yazıyla, yazının bu­lunuşu da sözün bilinci kıvandıran itimiyle gerçekleşmiştir.
Yazının bundan beş bin yıl önce Sümer'de bulunuşu sözün de­ğerini anlatır bize. Kil tabletler üzerindeki çivi yazısında sözlü kül­türün bilincinin yansılarını buluruz: masallar, destanlar, ilâhiler, ağıtlar, atasözleri...
Ve şu sözler, Gılgamış'm öyküsüyle bize ulaştı:
O ki her şeyi gördü, tanıtmak isterim onu ülkede, o ki denizleri tanıdı, her şeyi bildi, inceledi hep birden gizledi; Gılgamış, o her şeyi bilen evrensel bilge gizli şeyleri gördü ve aktardı saklı olanı, Tufan'dan daha eski bilgiyi iletti bize; uzun bir yoldan dönüp, yorgun ve mutlu, görüp geçirdiklerinin öyküsünü bir taşa kazdı. (*)


III./
insanlığın belleği yazıyla başlar diyebiliriz. Kil tabletlerdeki çi­vi yazısı sözün ilk tutunaklarıdır adeta. Yani bir tesbit, bir belirle­medir. Sözü kalıcı kılandır. Sözün birikimiyle varolan yazı düşün dünyamızı da biçimler.
Söz izsiz, uzsuzdur. Sesler vardır, uçup kaçıcıdır. Sürekli bir sonsuzluğu simgeler. Yazı, kalıcıdır; bizi düşüncenin enginlikleri­ne götürendir.


IV./
Çocukluğumda sözün, benim için, büyülü bir yanının olduğu­nu söylemiştim. O günlerde masal ve hikâye anlatıcılarını dinle­dikçe; sözlerin anlamı, anlatıcıların anlatım biçemi ilgimi çekiyor­du. Uzun kış gecelerinde dizinin dibinden ayrılmadığımız Hala­mın, o günler bize çok doğal gibi görünen, eşsiz bir anlatıcı, söz ustası olduğunu nice sonra kavrayacaktım.
Onun anlattıklarını bir bir yazma düşüncemse, okuma-yazmayi sökmeye başladığım günlere rastlar. Ama, bunun, karşısında sü­rekli konuşan, bir şeyler anlatan birinin anlattıklarını yazabilme­nin, hiçbir zaman mümkün olamayacağını düşünürdüm. Çünkü, Halam bir anlattığını ikinci bir kez aynı biçimde anlatmıyordu. Sözün beşiğini, anlatma/dinletme havasına göre, sallayıp duruyor­du.
Biz o masallarda yaşayıp, o hikâyelerde büyüyor, seviniyor, gülüyor, ağlıyor, üzülüyorduk. Bazen soluğumuz kesiliyordu. Gö­zümüzden uyku da aksa; Şehrazat'ın yeni bir masalına kanat aç­maya can atıyor, Köroğlu'nun Çamlıbel'deki yeni bir serüvenini can kulağıyla dinlemeye yatıyor, Karacaoğlan'ın zindandaki akı­betini merak ediyor, ya da yeni bir cenk hikâyesine başlamanın ürpertili sevincini yaşıyorduk. Sözün avucunda muma dönüyorduk. Düşümüz, düşlediğimiz sözle zenginleşiyordu.


V./
Yaşar Kemal'in İnce Memed'ıni okuduğum günlere denk gelen o yıllarda sözle anlatılanlarla yazıyla anlatılanların arasındaki ay­rımı görmeye çalışıyordum.
Halamın anlattıklarını Yaşar Kemal'in anlattıklarına yakın bul­sam da; yazıda beni kendime çeken, bağlayıcı kılan, aitlik/bağlılık duygusunu yaşatan bir yan vardı. Bunu görebiliyor, ama tanımlayamıyordum.
Yavaş yavaş kopuyordum kalabalıklardan. Bana ait olan say­falarla başbaşa kalıyordum. Sözün bir anımı, yazının ise bütün dünyamı kuşatacağını görecektim:
"Toros dağlarının etekleri ta Akdenizden başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Ak­deniz'in üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurovanın bükleri baş­lar. Örülmüşçesine sık çalılar, kamışlar, böğürtlenler, yaban as­maları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık!"*
Bu betimlemeleri döne döne okuyacaktım. Bu, beni başka oku­malara, başka dünyalara çekecekti. Sözle gelen her şey anlıktı, uçup gidiyordu. Etkisi, zenginleştirici bir yanı vardı kuşkusuz. Ama yazı gibi değildi. Yazının kalıcılığını, aitliğini görünce yazıya bağ­landım. Sözle açılan kapıdan girip yazıya ulaşmanın coşkusunu yaşayan milyarlarca yeryüzü insanından biriydim artık. Demek ki; yavaş yavaş bir kimliğim oluşuyordu benim de!
Zamanla, yazınla/resim sanatıyla ilişkim yoğunlaşarak sürünce, kendimi, artık yazıya ait biri olarak görmeye başlamıştım. O yazılı evrende uzanan her bir şey beni içine alıp zenginleştirici kılıyor­du.
Sözle yazının bende buluştuğu noktada Yaşar Kemal'in anlatı dünyasını keşfetmem önemliydi benim için. Yıllarca bu izlekte yol aldım hep. Dünya yazınını, bizim yazınımızı bu tutkuların köz­lerinde yürüyerek okuyup tanımaya çalıştım…

Yine Attar'a dönmek, aradan çekilmek zamanıdır şimdi:
"Mademki asıl olan sözdür, şu halde söze başla.
Söz iste, söz sor, söz söyle!"


Bahariye, Temmuz 1986 Feridun Andaç
Söz Uçar, Yazı Kalır, Önsöz 1997

Notlar:

* vehm: şüphe, kuruntu* muhal: mümkün olmayan
*mahdut: sınırlı, dar

*levh-i mahfuz: Tanrı takdirinin, olmuş ve olacak şeylerin bulunduğu levha *Feridüddin Attar, llâhiname,

Çev.: Abdülbaki Cölpınarlı, 1988, ss. 35-36 *Şiir Tapınağı, Çev.:Sait Maden, 1985, s.175 *Yaşar Kemal, İİnce Memed I, 1995,s.9

30 Eylül 2007

Fabrika'da tütün sarar mı bu kız?

edie..

Edie (2006)

Factory Girl

Yönetmen: George Hickenlooper

Oyuncular: Sienna Miller, Guy Pearce

Elinde oldukça güçlü bir malzeme varken –Andy Warhol’un ortalığı yıktığı pop-art kültürü- bunu hakkıyla kullanıp alkış toplamak yerine, oldukça şematize edilmiş bir senaryo ile “intihara sürüklenen zavallı kızcağız” sığlığında kalmayı yeğleyen bir film ortaya çıkarmış yönetmen George Hickenloope “Edie” ile. Eşleştirmen Uğur Vardan, pop-art dönemine hakin olmadığının itirafından sonra ‘Edie’yi iyi niyetle “sanat tarihi, mimarlık ve resim öğrencileri “ için 'seçmeli ders' olarak tavsiye etse de, aslında yüzeyselliğe en sert baltaları vuran Warhol’un Fabrikası’nı bu kadar yüzeysel anlatarak, bu iyi niyetli tavsiyenin dahi içini dolduramıyor maalesef elimizdeki film.

Fabrika’nın ne menem bir şey olduğunu, ne işe yaradığını, içindeki insanların neden bu kadar sapıtık (!?) olduğunu ve Andy Warhol’un üretilebilir sanatını sanki hiç anlamayalım diye, tüm odak nokta aileden zengin, rahat ve kaçık kızın, aslında sanatçı olmak isterken nasıl da sanat aleminin uyuşturucu batağından kurtulamayan “ah edicik, vah edicik” haline dönüştüğünün aldatıcı ekseninde toplanmış.

Ne demek istediğimi en öz Fatih Özgüven şu cümlelerle anlatıyor: "Tarih çeşitli biçimlerde anlatılabilir ve 'Edie', kötü adam Andy Warhol filmlerinin sonuncusu ve en sıkıcısı olarak (ötekiler 'Andy Warhol'u Vurdum' ve 'Basquiat') sinema tarihinde yerini alır. Bu filmlerin ortak özelliği 80'ler ve ötesinin bütün fenalığını Andy Warhol'un gümüş rengi peruğuna yıkmaktır. Andy'nin tüketim toplumunun gidişatına dair uzgörüsünü kimse görmek istemez, herkesin hop o kimlikten hop bu kimliğe atladığı şu zamanlarda kimliğin değiş(tiril)ebilirliği, seyyaliyeti konusunda açtığı yol unutulur; 15 dakika lafı dillerden düşmese de... Daha da önemlisi o ortamı mümkün kılan 60'ların 70'lerin çok sahici hedonizmi üstelik de hedonizmden ekmek yiyen bu gibi filmlerde- anlaşılmaz. "

Warhol'un Marilyn'iPeki, hiç iyi yanı yok mu bu “neo ve ceo-muhafazakâr film”in? Beyazperde.com’dan Ayşegül Kesirli Edie’ nin tek elle tutulur yanının güçlü oyuncu kadrosu ve bu kadronun oldukça gerçekçi performansları olduğunu özellikle vurguluyor. Karakter her kim ise “O” olmayı beceren Guy Pearce, senaryonun karakterin içini boş bırakmasına rağmen, gümüşi peruğu ile Andy Warhol’u görünür kılıyor. Fabrika kızımız Sienna Miller ise seyirciye, ibretlik “uyuşturucu müptalası kız” hissini her daim simsiyah boyadığı gözleri ve “beni sakın bırakma” nidaları eşliğinde layıkıyla veriyor. Yakışıklı ötesi aktör Hayden Christensen ise nasıl da seksi Bob Dylan olduğunu bu satırlarda anlatmayacağım, o kadarını kendiniz keşfedin:)

Filmi bu kadar hırpaladıktan sonra, asıl eleştirimiz olan “kadın” imgesinin hayatın her anında tüketilebilen bir seks figürü olması mevzusuna girebiliriz. Aslında Warhol’un kıran kırana yaptığı ama bize gösterilmeyen eleştiri. Örneğin Edie New York’a yeni geldiğinde ve Warhol’la yeni tanıştığında manken-aktris-süperstar(?) kırması olarak karşımıza çıkıyor. Amerika’nın yeni popüler kızı imajı için reklam-afiş çekimlerinde görüyoruz Edie’yi. Sapsarı saçlarla devamlı gülümseyen bir yüz, Marilyn Monro’dan çalınmış ‘yapma’ bir ben, omuzlarına kadar inen kocaman sallantılı küpeler -ki gene moda 2007’de- her Amerikan genç kızının olmak isteyeceği gibi(!) Allah vergisi güzel bir vücut. Birkaç ay önce ikonken, hayatı allak bullak olduktan sonra para çevirebildiği tek şey olan güzelliğinin de artık kar etmemesi ve kadının filmde bu yolla sunulması feminist eleştiri açısından göze en çok batanlar. Kafayı bulandıran diğer bir noktaysa pop-art kültüründe Andy Warhol da kadınları filmlerinde süs nesnesi olarak mı kullanıyordu, yoksa bu kullanıma eleştiri mi getiriyordu? Meşhur Marilyn çalışmasından da biliyoruz ki, Warhol’un niyeti kadın ve şöhret imgesinin yeniden üretilebilir olduğunu göstermek, bu anlamda ürünleşmesini protesto etmekti.

coke&woman

barbie..















Coco-Cola'daki kadın...(anlayana) Barbie'deki kadın... edie..














Amerikan idolü Edie'deki kadın...

Peki, o zaman sarışın süperstarlarına -aynen sistemin de yaptığı gibi- neden çöp öğütücüsü tadında davranıyordu? Kameraların önündeki işlerinden bildiğimiz Andy Warhol’la, fabrikanın içindeki Warhol farklı mıydı? Bu soruyu Warhol’u Edie filmindeki gibi kötü adam olarak göstermeyecek bir biyografi çalışmasına havale ederek, nafile bir dua ile Allah Amerikan ikonalarına uzun ömür versin diyoruz.

25 Eylül 2007

Televizyon kan tutmaz!

*Bülent Somay

Savaşı olduğu gibi Tsunami’yi de seyirlik yaptı..

Güney Asya'yı vuran tsunami felaketini televizyondan izledik. İzledik, ama felaketi ve dehşeti ne kadar hissedebildik, acıyı ne ölçüde paylaşabildik, tartışılır. Çayımızı, biramızı içerken oturma odamıza kadar gelen, ama içeri girmeyen dev dalgalara ve onların yok ettiği hayatlara sadece seyirciyiz. Hatta "İyi ki orada değiliz!" diye de şükrediyoruz çoğu zaman. Savaşlar, depremler, felaketler, acılar bize televizyonla yakınlaştıkça uzaklaşıyor aslında...


"Televizyon" uzağı görür. Görmekle de kalmaz, bize gösterir. Evimizin içine sokar, hayatımıza katar. Televizyon röntgencidir. Ünlülerin hayatlarını röntgenler, bize seyrettirir; ünlüler de (ama yalancıktan, ama sahiden) bundan yakınır, kamera karşısında yüzlerini elleriyle örter, kameramanları döverler (en azından -miş gibi yaparlar). Başbakan oturma odamızda bizimle sohbet eder, vahşi aslanlar halımızın üstünde çiftleşirler. Oscar kazanma sevincini ve kafası kesilerek idam edilmeyi hep aynı camın gerisinden izleriz. 1991'de televizyon bize koca bir savaşı naklen izlettirdi, bir dizi film, ya da çok uzun süren bir maç gibi. Kahramanlarıyla özdeşleştik, taraf tuttuk. Bitince üzüldük, ama bir süre sonra başka dizi filmlere geçtik, kimimiz Brezilya dizilerine, kimimiz sitcomlara. Bütün bunlar olurken hep bir tek şeye inandık: Televizyon (ama olumlu, ama olumsuz açıdan) uzakları yakın ediyordu bize, dünyayı evimize getiriyordu. Bu görüşü destekleyen medya ve iletişim kuramcıları da vardı elbet. Bu "yakınlaştırma" olumlu bir şey de olabilirdi (kültürel ufukların açılması, doğayı ve "öteki" insanları tanıma gibi), olumsuz bir şey de (zihinsel tembelleşme, emek harcamadan çok fazla şeye ulaşabilir olma gibi).

"Tele-vizyon" uzak görüş demek. Almanlar bu terimi Latinceden kendi dillerine çevirip Fernsehen yapmışlar, bire bir, aynı anlamda. Sanıyorum bazı aklıevvel TDK'cılar da Türkçe’ye çevirmeye çalışmışlardı zamanında, neyse ki tutmadı. Uzağı görmek uzağı yakına getiriyor mu gerçekten? Benim bu konuda şüphelerim var. Brecht, isim babası olduğu "yadırgatma etkisi"ni (Almancada Verfremdungseffekt; daha önce Rus Formalistleri de aynı anlama gelen başka bir terim önermişlerdi: Ost-raneniye), burnumuzun dibine yerleştirildiği için net olarak göremediklerimizi, görebileceğimiz bir mesafeye uzaklaştırmak olarak tanımlar. Hipermetrop bir kültürün insanları olduğumuz için, fazla yakında olanları göremeyiz, kavrayamayız. Görebilmemiz için nesnelerin, olayların belli bir uzaklığa götürülmesi gerekir. Ancak o zaman burnumuzun dibinde olduğu için kavrayamane kadar uzak...dığımız, hissedemediğimiz dehşetin farkına varırız.

Televizyon dehşet geçirmez

Irak'ta savaş oldu, hâlâ sürüyor. îki bin kilometre uzakta, ama hemen üç metre önümüzde. Vietnam'da da savaş olmuştu. On bin kilometre uzakta, ama hemen üç metre önümüzde. Hızlandırılmış tren raydan çıktı, bir sürü insan öldü. Birkaç yüz kilometre bile değil, ama zaten karşımızda duruyor, ekranın içinde. Yanımızdaki mahallede öğrenciler miting yaptı, polis Allah yarattı demeden girişti. Zaten bir kilometre bile yok aramızda, ama televizyonla daha da yakın, odamızda. Her şey aynı mesafede artık, uzaklık farkları kalkıyor, her şey yaklaşıyor, yaklaşıyor, ve bir de bakıyoruz ki, hissedemeyeceği-miz, öfkelenemeyeceğimiz, acıyamaya-cağımız, dehşetini duyamayacağımız kadar uzakta. Televizyon her şeyi aynı uzaklığa getiriyor; aynı zamanda da bir camın arkasına gizliyor, duygu ve düşünce geçirmez bir camın. Bir sarsıntıda, bir dalgada yüz elli bin kişi öldü, daha da ölecek. Önce sözleri duyduk sonra amatör o kadar iyi..kameralar "dehseti" odamıza getirdi. Ne hissettik? Dehşet mi? Hayır onun silik, göz ucuyla görülen bir suretini sadece. 1999 depreminde dehşet hemen burnumuzun dibindeydi. Yakınlarımız öldü, gördüğümüz, tanıdığımız mahalleler yerle bir oldu. Yeterince hissedebildik mi dehşeti? Deprem saatinde uyanık olanlarımız, ya da uyananlarımız, sarsıntı sırasında hissettikleri dehşetle sonrasını, depremin bir televizyon haberine dönüşmesinden sonraki saatlerde hissettiklerini karşılaştırsınlar bir. Televizyon dehşet geçirmez. Ölçülü, temkinli bir acıma ve gene ölçülü bir ürkme hissi, hepsi bu.

Elektronik gayya kuyusu

ABD deprem bölgesine Irak'taki aşağılık savaşını sürdürmek için bir haftada harcadığı paranın üçte birini gönderiyor yardım niyetine. ABD kamuoyu buna aldıracak mı? Bir televizyon görüntüsüne neden aldırsınlar ki? "Geçmiş olsun," deyip geçecekler, geçmiş olacak. Belki New York halkı, daha üç sene önce dehşeti araya televizyon camı filan sokmadan yaşamış olduğu için biraz daha duyarlı olacaktır. Ama yardımın miktarına karar verecek olanlar, yani dünyanın en kirli savaşlarını ellerini kirletmeden, kan kokusunu, korkunun o ekşi kokusunu duymadan, bir cesedi parlak camdaki ışık tanecikleri zannederek büyük bir keyifle yönetenler ne anlarlar ki dehşetten? Onlar için dehşet bize olduğundan daha da yakın. Biz hiç olmazsa oturma odamızda, karşımızda görüyoruz canavarları. Onların ise içlerinde canavar. Kendileri dehşetin kaynağı olmuşlar. Haliyle, korkunun bu kadar yakınındayken, onunla bir olmuşken, ortada korkulacak bir şey olduğunu bile anlamaları mümkün değil. Televizyon bir Gayya Kuyusu. Dibi yok, içine taş atsanız, yere çarptığını duymazsınız. Y

aşanmış ve yaşanmakta olan her şey, o önü camlı kutunun içine sığabilir. Ve bizler, bir kitle hipnotizması seansındaymış gibi, topluca bakıyoruz o kuyunun içine. Çok yakından, ama gene de güvenli bir mesafeden. Kan, camdan sıçrayıp yüzümüze bulaşmıyor, Hint Okyanusunda yüz elli binin üzerinde kişiyi yutan dalgalar taşıp halımızı, oturma takımımızı ıslatmıyor, polisin copu, ABD askerinin M16'sı kutudan fırlayıp üstümüze saldırmıyor. Dehşet camın gerisinde, bize ise sadece steril bir seyirlik süzülüp geçiyor oradan. Ama Nietzsche bizi evvelki yüzyılda uyarmıştı: "Eğer çok uzun süre bakarsanız Gayya Kuyusunun içine, Gayya Kuyusu da sizin içinize bakar."

Bakar bakmasına da, ne görür içimizde, bilenimiz var mı?

Kaynak: Panzehir 2005 *Bülent Somay : İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim görevlisi.

20 Eylül 2007

Bir dönemin fotoroman sinemacıları...

Agah Özgüç*

Popüler kültürün yansımalarından olan 'fotonoman'ın, sinemacıların ve gazetelerin katkılarıyla siyah-beyazdan, renkliye uzanan serüveni...

1980'li yılların başında çeşitli tartışmalara, soruşturmalara ve sosyolojik araştırmalara yol açıp, Ertuğrul Özkök ve Murat Belge gibi ünlü kalemlerin de dikkatini çektiği 'yerli fotoroman furyası', en yaygın biçimiyle gündeme gelmişti. Popüler kültürün bir uzantısı olan bu 'furya'nın destekçileri sinemacılarımızı da, o fotoromanlı yılları da nasıl hatırlamayız ki...


İçimiz dışımız, 'hayatımız fotoroman' olmuştu. Çizgi romanlar gibi, birbiri ardına dizilen fotoğraf kareleriyle öykü anlatma tekniği, kimine göre 'bir gazete pazarlama devrimi', kimine göre ise 'arabesk bir yozlaşma'ydı. Görüşler ve yorumlar ne kadar birbirlerinin karşısında olsa da basın kuruluşlarının ayakta kalma savaşının, 'devrimleri 'yozlaşmalarla iç içe, beraberinde getirmesi bir noktadan sonra kaçınılmazdı. Kaldı ki, her olgu dönemi içinde geçerliydi. Örneğin 1950'ler-deki günlük gazetelerin 'arkası var'lı tefrika romanlar modası ve 1992'de basın kuruluşları arasında büyük bir promosyon yarışına dönüşen kuponlu, 'ansiklopedili yıllar' gibi...

Film fotoromanları

Anavatanı İtalya olan 'fotoromancılığın' ülkemizde bir 'altın çağ' yaşadığı döneme geçmeden önce, 1952 yılına dönersek, bu oluşumun ilk örneklerini görürüz. Ne var ki, 1952 yılı bu oluşumun bir tarih öncesi başlangıcı sayılsa da Baha Gelenbevi'nin İnci Dergisi'nde yayımlanan "Öldüren Aşk", Münir Hayri Egeli'nin Merak Dergisi'nde çıkan "Yavuz Sultan Selim ve Karabulut Hasan" adlı fotoromanları, gerçek anlamıyla 'fotoroman' değildirler. Peki, ya nedirler? Gelenbevi'nin Nezihe Becerikli ile çektiği "Çıldıran Kadın" (1948), Egeli'nin Ayhan Işık ile çektiği "Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan" (1951) adlı filmlerin fotoromana dönüştürüldüğü kareler, çekim çalışmaları sırasında fotoğraflanmıştır. Kaldı ki Baha Gelenbevi, her şeyden önce, sergiler açmış bir fotoğraf sanatçısıdır. Münir Hayri Egeli'nin yönettiği "Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan"a ait fotoğraf kareleri de film setinde çekilir. Film setlerindeki çalışmalar sırasında görüntülenen bu yüzlerce fotoğraf karesi, yeni bir düzenlemeyle fotoroman tefrikalarına dönüştürülür. Sonuçta bunlar da kendi içinde birer fotoroman sayılır. Ama temel kaynakları, daha önce çekilmiş sinema filmlerinden oluştuğundan, bu tür düzenlemelere 'film fotoromanları' demek en doğrusudur. Aslında kolaycılığın dışında değişen pek fazla bir şey yoktur. Ve bu tür film fotoromanları daha sonraki yıllarda "Ayşecik" ile, Atıf Yılmaz'ın "Tatlı Belalıyla, Ertem Göreç'in "Otobüs Yolcularf'yla sürüp gider. Haftalık film fotoroman dergileri yayımlanır. Bir kaynağa göre, ülkemizde doğrudan çekilen 'ilk yerli fotoroman'ın 1961 yılında Ozan Sağdıç tarafından gerçekleştirildiği gösterilse de, bu tarihin aslı çok daha eskilere dayanır. Türkiye'de çekilen ilk yerli fotoroman, 1954 yılında Pardi Fotoğraf Stüdyosu tarafından gerçekleştirilir, başrollerinde Öztürk Serengil ve Muazzez Arçay oynar; aynı yıl, dönemin ünlü dergilerinden Yelpaze'de "Aşka inandım" adıyla yayımlanır.bir dönemin popüler fotoroman yüzleri..

Devlerin Savaşları

Bu arada İtalya'da başlı başına bir sanayii haline gelir fotoromancılık. 1960'lı yılların başlarından 1970'li yıllara dek Yelpaze, Resimli Roman ve Samanyolu gibi, özellikle de kadın okurlara seslenen bu tür haftalık dergiler, İtalyan fotoromanlarının işgali altındadır. Yine italya'nın Rizzoli Foto Roman Stüdyoları'nda üretilen bu çalışmalar, tifdruk tekniğiyle basılan Hayat Dergisi'nde yayımlanır. Birbiri ardına cep fotoromanları çıkar. Ülkemizde ise yerli fotoroman üretiminin giderek hızlanıp günlük hayatımızda popüler hale gelmesi, Günaydın Gazetesi'nin kardeş yayını Saklambaç'ın devreye girmesiyle başlar. Saklambaç Gazetesi'nin başında İren Kayno vardır. Yani, fotoromanla ilgili çalışmalar Kayno'nun denetimi altındadır. 'Tek seçici'dir... 1968'in sonlarında yayına geçen Saklambaç, ilk büyük hamlesini Yılmaz Güney'in oynadığı "Asılacak Adam" adlı fotoromanıyla gerçekleştirir. Ardından genç yetenekler arasında 'fotoroman yarışmaları' düzenlenir. Ve bu yarışmaların ilkinde Fatsalı (Ordu) bir genç olan Kadir İnanır 'birinci' seçilir. Feyzi Tuna'nın yönetiminde çekilen "Bağdat Yolu" adlı fotoromanda inanır, Sevim Tuna ile başrolü paylaşır. 1972'de Hürriyet'e bağlı Kelebek Gazetesi'nin yayına girmesi sonucu basın kuruluşları arasındaki rekabet ortamı daha da genişler. Rakipler çoğalır, fotoroman okuru sayısı artar, tirajlar yükselir. Ama her alandaki tırmanış ve devler arasındaki asıl büyük fÇirkin Kral..otoroman savaşları için, yaklaşık bir on yıl daha beklenmesi gerekir. Çünkü 1982'de Güneş Gazetesi'nin çıkışıyla siyah - beyaz çalışmalara tümüyle son verilip (arada kalanlar hariç) fotoromanlar renklenir, müzik ve sinema dünyasının tüm ünlüleri bu yarışta yerlerini alır; Sezen Aksu'dan İbrahim Tatlıses'e, Cüneyt Arkın'dan Adile Naşit'e dek... Daha önceki siyah - beyaz çalışmalar döneminde fotoroman yöneten Lütfi Akad'ın ardından Halit Refiğ, Ertem Eğilmez, Safa Önal ve Kartal Tibet de bu renkli çalışmalara katılır. Fikret Hakan, Ajda Pekkan, Eşref Kolçak, Cem Karaca, Müşfik Kenter, 1970'li yıllardaki siyah - beyaz fotoroman döneminin oyuncularıdır.

Cem ve Cıvaoğlu

Ülkemizde renkli olarak ilk yerli fotoroman çalışmasını 1966 yılında "İlk Aşk" adıyla, haftalık bir dergide gazeteci - yönetmen ilhan Engin gerçekleştirse de renkliye geçişin bu rekabet ortamında yaygınlaşmasını sağlayan Güneş Gazetesi'dir. Gazetenin başındaki yönetici Güneri Cıvaoğlu'dur. Güneş'in çıkmas ına çok az bir zaman kala, Cıvaoğlu'nun aracılığıyla dönemin TRT Genel Müdürü ismail Cem, Halit Refiğ'e bir fotoroman çekmesini önerir. Refiğ, kendine özgü bir tekniği olan böyle bir çalışmaya hazırlıklı olmadığı gibi istekli de değildir. Refiğ'in çekeceği renkli fotoroman, yeni çıkacak iddialı bir gazetenin eki için medyatik bir hamle oluşturacaktır. Israrlara dayanamayan Refiğ, sonunda Halide Edip Adıvar'dan uyarladığı "Handan"ı çekmeye başlar. Bu konunun yabancısı olan Refiğ'in "Handan"ı, gazetenin ilk sayısına yetiştirmesi mümkün değildir. Bu kez imdadına Arda Uskan yetişip, el çabukluğuyla sorunlu fotoromanı tamamlar. Artık renkli fotoroman furyası, tüm günlük gazeteleri etkilemiştir. Ertem Eğilmez'in Sezen Aksu'lu "Çalıkuşu" ile, Kartal Tibet'in Ekrem Bora'lı "Çiçekçinin Kızı" Hürriyet'in Kelebek'inde Yener Çakmak'ın "Naciye"si ile Safa Önal'ın "Uğur Böceği" Bulvar Gazetesi'nin ekinde tam sayfa olarak yayımlanır. Ve fotoroman cinselliği 1980'Ii yıllarda Babıali basınının profesyonel sinemacılar ve ünlü yıldızlar aracılığıyla kurduğu fotoroman ilişkileri, yeni bir pazar yaratırken, 'ölümsüz eserler'in yanı sıra 'cinsellik' de unutulmaz. Esat Mahmut Karakurt romanları bu uyarlamalara en 'cuk' oturanlarıdır galiba. "Son Gece"de Nisan Yönder'in görüntülerinde sevişen Cüneyt Arkın ve Yaprak Özdemiroğlu; "Allahaısmarladık"da Gani Turanlı'nın karelerinde Sezer Güvenirgil ile Kenan Kalav... Tüm bu sahnelerde fotoğraf kareleri, özellikle büyütülerek öne çıkarılır. 1980'li yılların furyası içinde, 'yeni fotoroman cinselliği' bu erotik görüntülerle, renklenen düşlerle dikkat çekmeye çalışır. Entelektüel kesimin 'fotoroman düzeyi' tanımı gibi bir önyargıyla, daha baştan hafife aldığı, burun kıvırdığı bu tür çalışmalarda 'estetik boyut' arama tartışması bir yana, içlerinde 'iyi'leri de 'kötüleri de vardır elbette. Ve Murat Belge'nin bu konudaki yorumuyla alıntılarsak, İbrahim Tatlıses -Nükhet Duru ikilisinin oynadığı "Ölürsem Kabrime Gelme", yeni fotoroman çığırına öncülük eden 'başyapıtlardan biridir.

*Kaynak: Milliyet Sanat 2004 Agah Özgüç Sinema Arşivcisi, Araştırmacı.

10 Eylül 2007

Edebiyat-Sinema İlişkisinin Uyarlama Dalı üstünden İncelenmesi

Başlarken..
Aşağıda giriş bölümünü okuyabileceğiniz lisans bitirme tezi “Sinemada Uyarlama Dalı Edebiyat İçin Bir İstismar Unsuru mudur? Yoksa Onun En Sadık Destekçilerinden Biri midir?” argümanı çerçevesinde, Anthony Burgess’in “Otomatik Portakal” romanı ve Stanley Kubrick’in aynı adlı filmi temel alınarak, Sinema-Edebiyat ilişkisini uyarlama dalı vasıtasıyla karşılaştırmalı ele alan bir çalışmadır. Sitemizin “Sinema Notları”nı zenginleştiren bu kaynağın tümüne

bu adresten ulaşıp, inceleyebilirsiniz.


Bu tez, 2007 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’ne lisans bitirme tezi olarak sunulmuştur.

1. Giriş

Uyarlama Tarihine ve Yöntemsel Sorunlara Kısa Bir Bakış





Yedinci sanat sinemada beyazperdeye aktarılan uyarlama çalışmalarının geçmişi, neredeyse sinema tarihi kadar eski olup, George Méliès’ın, Jules Verne’den esinlenerek çektiği, (ve aynı zamanda ilk bilim kurgu örneği olarak kabul edilen) Aya Seyahat (1902) filmine kadar dayanmaktadır. [1] Sinema ve medya sektörlerinde uzman James Monaco, sinemanın tarihi boyunca, başta atası Aya Seyahatfotoğrafçılık olmak üzere, diğer tüm sanat dallarıyla olan etkileşimine değindikten sonra, edebiyatla olan ilişkisini özellikle vurgular: “Sinemanın anlatı potansiyeli öylesinedir ki, en güçlü bağını resim, hatta tiyatroyla değil romanla kurmuştur...Bir romanda basılı olarak anlatılabilenlerin tümü sinemada da aşağı yukarı anlatılabilir ya da görüntülenebilir.” [2]

Kabul görmüş çeşitli tanımları olmakla beraber, uyarlama her açıdan bir dönüşüm ve dönüştürme sürecidir. İncelememizde ele aldığımız roman uyarlamasındaysa, dönüşüm sürecinin altını, Zeynep Çetin Erus şu sözlerle çizmekte: “uyarlama yapılırken, öykü sanki orijinal senaryo yazarcasına kurulur. Ancak senaryo uzun bir üretim sürecinin yalnızca bir aşamasıdır. Yönetmen, kamera ve kurgu ile öyküyü yeniden yazar. ” [3]

Bu yeniden yaratma süreci boyunca, karşılaşılan çeşitli yöntemsel sorular, uyarlama incelemelerinin temel kaygılarıdır: Uyarlama bir sinema filmi, kaynak romanı birebir takip etmeli midir, yoksa yönetmenin özgün yorumu mudur o sinema filmini “uyarlama” yapan?

Görsel anlatım tekniği ile özgürleşen yönetmenin, özgün yorumunun sınırları çizilebilir mi? Uyarlama bir filmin “başarılı” olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini hangi kıstaslar, ya da kimler belirleyebilir?

Çeşitlendirilebilecek bu yöntemsel soruların cevaplarına değinmeden önce, kullanılan malzemenin, yani sinemaya uyarlanması için seçilen edebi eserlerin niteliğinden söz etmek gerekir.

Uyarlama tarihi üstüne yazılmış hemen hemen her incelemede, geçmişten günümüze kadar, çok satan romanların ‘servise ve tüketilmeye hazır menü’ gibi kullanıldığının altı çizilmektedir. Monaco, “Popüler roman yıllardır ticari sinema için büyük bir malzeme deposu olmuştur…zaman zaman neredeyse popüler romanlar sanki yalnızca sinema için bir müsveddeymiş gibi görünmektedir.” [4] saptamasında bulunurken, roman uyarlamasından en çok başı ağrıyan yazarlardan olan Anthony Burgess, New York Times için kaleme aldığı makalesinde “bütün çok satan romanlar, filme dönüştürülmelidir; her kitap kendi içinde olunmaz bir gerçekleştirilme arzusu duymaktadır- sözün gölgesi ışığa dönüşür, kelimeler hayat kazanır.” demektedir. İlk bakışta bu sözler, sinemayı destekler gibi görünse de (ve hatta bir çok kişi tarafından olumlu bir referans gibi gösterilmiş olsa da), edebiyatın gücünü ve romancılığını sonuna kadar savunan Burgess’in tavrı, aslında, tam tersine oldukça alaycıdır.[5] Lokomotifte Hollywood olmak üzere, sinema sektörünün ‘iş yapabilecek’ senaryo üretme konusunda başı her sıkıştığında, -başta klasikler olmak üzere,- roman uyarlamalarını can simidi gibi gördüğünün, şüphesiz ki, Anthony Burgess de farkındadır. Örneğin, İngiliz sinemasının 1946-1950 yılları arasında başı çeken filmlerinin hemen hemen tümü -hem klasik, hem güncel- İngiliz romanlarının (ve kısa hikayelerinin) uyarlamalarıdır.

Bunun nedeni, savaş yılları ile birlikte geri gelen gerçekçilik akımının, İngiliz sinemasında doruğa ulaşması ve bu doruk noktasına çıkarken de, var olan hazır kurguları kullanma eğilimidir. Bir ilginç nokta da, bu uyarlama sürecinde ortaya çıkan sinema dilinin, eleştirmenler tarafından, İngiliz sinemasının kalite düzeyi olarak kabul edilmiş olmasıdır. [6]

Aslında, uyarlama sinemasının yöntemsel sorunları da, bir anlamda uyarlanan esere senaristin ve/veya yönetmenin bakış açısı ile şekillenmektedir. Toplumsal gerçekçiliği ele alan bir romandan, cımbızla bir aşk hikayesini çekip, onu senaryonun ana kurgusu yapmak da, romanda olmayan karakterleri, sahneleri filmin kurgusuna dahil edip, varolanları almamak; ya da yazarın çok az değindiği bir ayrıntıyı, görselle seyircinin önüne dayayıp, hikayenin vermek istediği fikrin yönünü değiştirmek de, tamamen yönetmenin esere bakış açısına bağlıdır. Edebi eserin ya da edebiyatın ‘istismarı’ meselesi de, tam bu özgün yorum noktasında kopmaktadır. Bir adım ilerisinde Zeynep Erus, “…Kaynak metin yoğun bir bilgi ağı oluşturur, uyarlayan filmi buradan alır, vurgular, görmezden gelir, yıkar değiştirir. Romanın film uyarlaması, bu değişimleri film sanatının gereklerine göre yapar.” sözleriyle, aslında sinemacının elindeki gücü vurgulamaktadır.

'Bilindiği üzere, romanın telif hakları alındıktan sonra ne senaryo ne de çekim aşamasında hiçbir şekilde yazar ile film ekibi, fikir alışverişi için bir araya gelmez; yazarlar yapıtlarının nasıl canlandırıldığını ancak gala gecesi izleyebilir. Bu, romanın koşulsuz teslimi gibi görünse de, esasında hikayenin yeniden ifade edilme sürecinde, görseli özgür kılmaktır; ki bu noktada, neyin, ne kadar aktarılacağı tartışmasına, sinemacı kamerasının kadrajı ile son noktayı koyar: “Bir romanın başarılı uyarlaması, orijinal eserin kelimesi kelimesine çevirisi değil, yönetmenin orijinal eserde kendisini heyecanlandıran şeye verdiği cevap ve bu heyecanı yeni araçta yakalamaktaki başarısıdır.” [7]



Öte yandan, edebiyat uyarlamalarında rahatsızlık verici gibi görünen bir diğer konu, “gişe garantisi” anlayışıdır. “Edebi uyarlamalar, reklam masrafı olmaksızın çantada keklik gişe hasılatıdır” görüşü, yapımcıların yanı sıra, bir anlamda, seyircilerden de kaynaklanmaktadır. Orijinal eserin kötü yorumlandığından, veya eksikliklerden her ne kadar şikayetçi olsalar da, roman okuyucuları hayallerindeki karakterlerin nasıl can bulduğunu görmek ve yönetmeninkiyle karşılaştırma yapabilmek için uyarlama filmlerden vazgeçemezler. [8] Bu, bilinçli seyirci kitlesine bir de, 500 sayfalık bir romanı okumaya zaman ayırmaktansa, iki saatlik bir seyirlikle ‘okumuş kadar olmak’ tercihinde bulunan, daha geniş kitleler eklenince, roman uyarlamalarının her daim gözde olmasına şaşırmamak gerekir. Yeterince zamanı olmayan, ya da okuduğu edebi dili anlayabilecek birikimi olmayan binlerce sıradan insana, büyük bir klasiği ‘okutmuş gibi yapmak’, uyarlamalarının yararları üstüne yapılan en bilindik savunmalardandır.

Bir diğer görüş de, görseli etkileyici olan bir film sonucunda oluşan merakla, izleyicinin uyarlaması yapılan romanı okuma arzusudur. Bu etki, edebi eserin satışlarında ‘patlama’ yaratmasa da; iyi çekilmiş görsel malzemenin medyada yankı bulması, romanının tekrar gündeme gelmesini sağlamaktadır. Örneğin, günümüze kadar verilen 78 En İyi Film Oscar’ının 41 tanesi roman ve hikaye uyarlama olan filmlere layık görülmüştür; ayrıca, belli aralıklarda en iyi film sıralamaları yapılırken uyarlamalara ayrılan hatırı sayılır yer, aslında medyanın edebi eserleri desteklemesinin bir göstergesidir.[9]


Sonuçta, bir medyadan diğerine dönüştürme aşaması, senaryolaştırmanın salt edebiyattan götürdükleriyle ele alınırsa ve –en az yazar kadar sanatçı olan- sinemacının bakışı göz ardı edilip, iki farklı dalın anlatım dili bir tutulursa, bu karşılaştırmada kaçınılmaz olarak, ibre edebiyattan yana dönecektir. Fakat unutmamak gerekir ki, 1928’den beri alanına Oscar verilen uyarlama, sinema ve edebiyat arasında iç içe geçmiş bağların kurulduğu, başlı başına ustalık gerektiren bir daldır. Bu bağlamda, tartışma iyi uyarlama – kötü uyarlama ekseninden sıyrılıp, yönetmenin edebi eseri görsele yedirmekte kullandığı yöntemlerin bütünlüğü, yani anlatım dili temelinde ele alınmalıdır.

Makalenin bundan sonraki bölümlerinde incelenecek olan Anthony Burgess’in Otomatik Portakal adlı romanı ve onun Stanley Kubrick tarafından sinemaya uyarlanan aynı adlı filmi, bu bütünsellik bağlamında değerlendirilecektir.

Dip Notlar:

[1] Rekin Teksoy'un Sinema Tarihi, Rekin Teksoy, Oğlak Yay : Rekin Teksoy’un kesin bir yönlendirmesi olmamakla beraber, takip ettiği kronolojik sıraya göre, G. Méliès’dan önceki hiçbir yapımcı-yönetmenin, herhangi yazılı bir metni referans alarak sinema filmi çektiği görülmemektedir.
[2] Bir Film Nasıl okunur? James Monaco, Oğlak Yay. 2001, sf: 47
[3] Amerikan ve Türk sinemalarında uyarlamalar, Zeynep Çetin Erus, es Yay., 2005 sf: 16
[4] Bir Film Nasıl Okunur? James Monaco, Oğlak Yay. 2001, Sf: 48
[5] Brian Mc Farlane, Novel To Film An Introduction To The Thoery Of Adapataion, P7., Oxford University 1996. [6] Brian Mc Farlane, The Novel And The Rise of Film and Video: Adaptation And British Cinema sf 197-99
[7] Amerikan ve Türk sinemalarında uyarlamalar, Zeynep Çetin Erus, es Yay., 2005 sf: 17
[8] - [9] Brian Mc Farlane, Novel To Film An Introduction To The Thoery of Adapataion, p7-8., Oxford University 1996.

KAYNAKÇA
Erus, Zeynep Çetin; Amerikan ve Türk Sinemalarında Uyarlamalar, Karşılaştırmalı Bir Bakış, Es Yay., İstanbul 2005

Mc Farlane, Brian; Novel To Film An Introduction To The Thoery Of Adapataion, Oxford University 1996.

Monaco, James; Bir Film Nasıl Okunur? Oğlak Yay. İstanbul, 2002

Teksoy, Rekin; Rekin Teksoy'un Sinema Tarihi, Oğlak Yay, İstanbul 2005

W. Shaffer, Brian; A companion to the British and Irish novel 1945-2000, Malden, MA : Blackwell, c2005. -- 13rd Chapter : The Novel And The Rise of Film and Video: Adaptation And British Cinema, Brian Mc Farlane

15 Ağustos 2007

Nasıl ve Niye Yazmak?

HAYDAR ERGULEN

Hiç kimsenin, ki buna kendi kendine, kimseye göstermeyeceği şiirler, denemeler, öyküler, hatta roman yazanlar da dahildir, nasıl ve niye yazdığını merak etmedim. Kadim bir meraksızlığım vardır, şu yaşıma gelince anladığım. Merak etmedim, çünkü 'kendini merak etmeyen başkasını da etmez.' En azından yazı hususunda söyleyebilirim bunu. Fakat sakın 'kaygısızlık' ve 'genişlik' olarak yorumlamayın bu sözlerimi, aksine fazla kaygılı bir yapım vardır, ama dedim ya, şairin, yazarın niçin, niye ve nasıl yazdığı da beni sahiden ilgilendirmiyor. Eskiden de böyle soruşturmalar, konuşmalar olur muydu, pek hatırlamıyorum, belki bu sıklıkta olmazdı, belki de yanıt verme sırası bana gelmemişti, o yüzden pek haberli değilim. Ne var ki son yıllarda, yalnızca sanat, edebiyat, şiir dergilerinde değil, gazetelerde, magazin dergilerinde, TV'de bile bu tarz soruşturmaların sık sık yer almaya başlamasıyla, ben bile 9-10 kez yanıt verdiğimi biliyorum. Yanıtladım da ne oldu? Bana sorarsanız, kocaman bir hiç!


Hiçbir şey! Bana kalırsa, bir şairin, yazarın 'nasıl' yazdığı hususundaki yayınların artması, biraz da popüler kültürle ilişkili. Popüler kültürün kapsama alanı o kadar genişledi ki, bu gelişme ve genişleme, popülerlikle uzak yakın ilgisi olmayan edebiyatçıların bile kendilerini ara sıra da olsa 'popüler' hissetmelerine yol açtı. Ben de, dedim ya, zaman zaman bu 'popülarite'den payımı aldım ve bu husustaki soruları bir güzel yanıdadım. Hem şiir, hem de düzyazı yazan biri olarak, verdiğim en 'şık' cevap da şu oldu: "Gece şiire, gündüz düzyazıya aittir." Böyle demekle de, elbette, asıl uğraşım olan 'şiir'i bir bakıma yüceltmiş, ona kendimce ayrıcalık kazandırmış oldum. Belki de öyle olduğunu sandım. Yoksa ne şiir düzyazıdan üstündür, ne de düzyazı şiire göre daha yücelerdedir. Hem elmayla armut toplanır mı hiç? Ben, sözü uzatmamak için, şairleri ve yazarları birlikte anarken 'edebiyatçı' diyeceğim ama, inancım, çok eskiden beri, şiirin edebiyattan başka bir şey olduğu, onun dışında olduğudur.

Diyeceğim, bir 'edebiyatçı'nın 'nasıl' yazdığının bence önemi yoktur. Bazısı kendini yokluk, yoksunluk ve yoksulluk içinde yazmaya hazır hisseder, bazısı kederli ve mutsuzken iyi yazdığını iddia eder, bazısı da yazmak için gerekli bir 'asgari mudu-luk'tan söz eder. 'Pir'imiz Marx'ın dediğini unutuyor değilim elbette bunları söylerken, ne demişti, "Saraydaki başka, kulübedeki başka düşünür", ki bunu yazın alanına da uygulayabiliriz, hatta belki de en çok da yazın alanına uygulamamız gerekir. İyi de biz bunu 'yapıt'tan çıkarabiliriz zaten. Bir 'edebiyatçı'nın 'yapıt'ı, niçin yazdığı sorusunu cevapladığı gibi, 'nasıl' yazdığı sorusunu da yanıtlar, yanıtlamalıdır. Kimin nerde, nasıl ve niye yazdığı az çok yazdığı şeyden, yani 'yapıt'ından belli olur. Elbette istisnaları da vardır bunun, olmaz mı.7 Ülkemizde son yıllarda, özellikle siyasi tutuklu olarak cezaevlerinde ve 'F' tipi cezaevlerinde bulunan pek çok iyi şair ve yazar çıktı karşımıza. O arkadaşların nerede, nasıl, niçin ve niye yazdıklarıysa elbette önemlidir ve bence çok değerlidir. Eski siyasi tutuklulardan biri olarak Aytekin Yılmaz'ın bu hususta derlediği çeşitli kitaplar var ve bunlardan biri de Hapiste Yazmak (Kanat Yayınları) adını taşıyor. Bu kitabı okuduğumuzda, 'içerdeki' arkadaşların hangi zor koşullarda şiir, öykü, deneme ve roman yazdıkları ve yine bunları hangi zorluklarla saklayıp dışarıya ulaştırdıkları ya da ulaştıramadıklarının ve yazdıklarının bir daha geri gelmeyecek biçimde kaybolması, acı ve vahim bir Türkiye gerçeği olarak çıkar karşımıza. Elbette 'dışarda' olanların da bir 'büyük hapisane'de yaşadıkları gerçeğinden söz etmek de mümkün. Fakat 'içeri'nin ve 'dışarı'nın koşullarını bu tarz bir 'espri' içinde sunmak, 'duyarlıklı' olduklarını vehmettiğimiz şairlere ve yazarlara yakışmayacağı gibi, edebiyatın 'edeb' kısmına da hiç mi hiç sığmaz. İnsan olmanın asgari müşterekleri arasında da yer almaz.

Uzatmayayım: Elbette her yazanın, ona mahsus olduğu söylenen bir zamanı ve tarzı vardır. Bunlar genellikle ortak zamanlar ve tarzlar olsa da, yine de burda 'kendimize özgü' bir zaman ve tarzdan bahsetmek hoşumuza gider. Öyle ya, şehrin neredeyse tamamı derin bir uykuya dalmışken, şair kelimelerle ve ondan da önce o kelimelerde vücud bulan hatıralarla, aşklarla, memleket mes'eleleriyle boğuşuyordur. Bu da kolay rastlanmaz bir özveridir, öyle değil mi? Çoğumuz ballandıra ballandıra nasıl çile çektiğimizi anlatmaya bayılırız. Eh, bana da bir kez daha sorulmuş olduğu için, çaresi yok, benim de 'nasıl' ve 'niye' yazdığım hususundaki uzunca yanıtıma katlanacaksınız: Evet, 'zor zamanlar'da yazdım. Şair olmaya ise niyetim de, hevesim de yoktu. İlk şiirimi üniversite öğrencisiyken, yakın bir arkadaşımın ölümü üstüne yazmıştım. Artık onu telefonla arayamazdım çünkü, mektup da yazamazdım, acımı dile getirmek için şiirden başka yol bulamadım, hem vefa hem de veda niyetine bir şiir yazdım. Üstelik yayımladım da. Böylece 'acı bir tesadüfle ya da 'kötü bir rastlantı'yla şiir yazmaya da başlamış oldum. 'Zor zamanlar'dı, 1980 öncesi ODTÜ'de öğrenciydim, bazılarının şimdilerde 'sağ-sol çatışması' diye adlandırdığı, oysa 'faşist saldırılar'a karşı halkın çocuklarının kendilerini savunduğu yıllardı. Sadece kendilerini mi? Bir rüyayı, bir hülyayı da, insan gibi yaşamayı, namuslu ve bilinçli olmayı, namuslu olmak yetmez çünkü bilinçli de olmak gerekir, eşitlikçi bir dünyayı, özgürlüğü, yepyeni bir coşkuyu, evet 'Devrim' diye büyülü bir tasavvuru da savunduğu yıllardı. Benimki de bir bakıma bu 'olmayan devrime katkı' sayılır. Şiir yazmayı sürdürdüm. Arada başka arkadaşlar da öldürüldü, üstelik beşer onar. Sonra Sivas'ta, Çorum'da, Maraş'ta yüzlerce insanın canına kıyıldı, sonra oteller yakıldı, ormanlar kavruldu, köyler boşaltıldı, insanlar 'zorunlu göç'e tabi tutuldu, yargısız infazlar, faili 'belli' meçhuller aldı yürüdü, 'zor zamanlar'dı, o zamanlarda da yazdım. Yazdım yazmasına da...

Ah keşke, şiir bir işe yarasaydı da önceden yazabilseydim! Nerde? Hep gidenlerin, ölenlerin, yananların, yakılanların ardından yazılmak kaldı şiire. Sonra üniversitede çalışmaya başladım, YÖK'ün de çıkmasını vesile ederek kısa bir süre sonra istifa ettim, tuttum bir 'mazohist' olarak reklam ajansında yazarlık yapmaya başladım. Evet, benim için yine 'zor zamanlar'dı. Tam 23 yıl sürdü ve ilk şiir kitabım Karşılığını Bulamamış Sorular (1981) hariç, tüm kitaplarımı bu 23 yıl boyunca yazdım, 9 şiir, 3 düzyazı kitabı ve kitap olmayı bekleyen 5-6 şiir ve düzyazı dosyası. Diyeceğim bu 23 yıla, henüz yayımlamadıklarında beraber 17-18 kitap sığdı, ki neredeyse yılda bir kitap sayılır.

Yazmasam çıldırmazdım! İki yıldır bir tek bile şiir yazmadım ve çıldırmadım ya da bana öyle geliyor. Yazmasam çıldırmazdım, daha çok okurdum! Yani yazmamanın da faydaları var, yazar olsun yazmaz olsun, insan daha fazla okuyabilir. Hayatımın çok kötü şartlarda geçtiğini söyleyemem, evet hep 'zor zamanlar'da yazmışım, geriye dönüp bakınca bunu görüyorum ama, demek ki ben gibi bazılarına da 'zor zamanda yazmak' iyi geliyor.

Reklam yazarlığına ilk başladığım yıllarda, 1983 ve devamında, 'şiir'in kökeninde de tıpkı reklam yazarlığında olduğu gibi 'yaratıcılık' olduğunu vehmederdim ve o yıllardaki kimi soruşturmalara da bu minvalde yanıtlar verirdim. Demek ki o yıllar hem şiirde, hem reklam yazarlığında 'heves' yıllarımmış! Başka şair arkadaşlarım da var reklam yazarlığı yapan, yapmış, onların şiir ve reklam maceralarında da benimkine benzer hikâyeler vardır. İlk birkaç yıl, iki, üç, beş yıl, iki ayrı disiplin gayet güzel anlaşırlar, uyum içinde giderler... Peki ne zamana kadar? Şu cümleye kadar: "Reklamcılık mesleğim, sürse sebebim". Kısa cümlenin ilk yarısında sorun yok, fakat cümlenin ikinci yarısındaki 'iddia'ya bakar mısınız? 'Şiir sebebim': Müthiş değil mi, ya da daha doğru bir ifadeyle, korkunç değil mi? Neredeyse ontolojik bir problemle, varoluşa ilişkin bir kaygıyla karşı karşıya bırakır insanı bu tip cümleler. Allahtan bu dönem pek uzun sürmedi, şiirin sebebim olmadığını başkaları istihzayla hatırlatmadan ben hatırlattım kendime. Çünkü böyle 'şairane' bir cümle ve iddia, tıpkı 'yazmasam çıldırırdım' tarzındaki bir ölüm-kalım savaşını hatırlatıyor insana. Oysa şiir sebebim değildi. Şiir yazmasam da ne ben bir şey yitirirdim ne de Türk şiiri! Elbette bu iddiaya yakışan şairler vardır, Nâzım Hikmet vardır, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Edip Cansever, Sezai Karakoç vardır, onlar büyük şairlerdir ve onların yanında bu cümleyi sar-fetmek için 'fazla şair!' olmak gerekir. Şükür ki kendimi ve yazdıklarımı biraz bilirim, biraz farkındayım. Hem bilmesem de bildirirlerdi! Çabuk vazgeçtim ben de bu pek kafiyeli, pek fiyakalı ve pek 'şairane' cümleden! Bu husustaki son cümlemi ya da 'vecize'mi merak ediyor musunuz? Pek meraka değer bir şey olmasa da söyleyeyim: "Yazmış bulundum". Evet, cümle bu. Kaynağı da Edip Cansever'in çok sevdiğim "Gelmiş Bulundum" adlı şiiri. Ben de çok uzun bir süredir, 15 yıl kadar olmuştur sanırım, 'niye yazıyorsun?' diye soranlara böyle söylüyorum: 'Yazmış bulundum'. Aslında hepsi budur. Hatta 'nasıl yazıyorsun?' sorusunun yanıtı da budur.

İyi de niye 'yazmış bulundum'? Çeşitli yazılarımda defalarca dile getirdiğim bir örnek var, hatta bu hususta kısacık bir şiirim bile var, "Eski Mektup" adlı bir şiir: "Şiir; o eski mektup / ne geleni var ne gideni/şiir bir köşede eskiyor/pul bir köşede/ filmlerde kaldı şiir de mektup da / "11 Posti-no"dan beri / bak postacı geliyor / şiir veriyor!" Hatırladınız sanırım, Şili'nin ve dünyanın büyük şairi Pablo Neruda'nın yaşamını anlatan bir film vardı, 10 yıl kadar önce, II Postino (Postacı) adıyla gösterilmişti. Bir dönem siyasi sürgün olarak İtalya'nın bir adasında yaşayan Pablo Neru-da'ya sürekli kitap, dergi ve mektup getiren postacı, bir gün onun büyük bir şair olduğunu öğrenir ve ondan çok saf, çok masum, çok insani ve bence çok da haklı bir istekte bulunur: Beatrice adlı sevgilisi ya da nişanlısı için, Neruda'dan bir şiir yazmasını rica eder. Neruda aksilenince de postacı gayet doğal bir biçimde 'Şiir ihtiyacı olana verilir bayım' der, ki bu benim için şiirin 'ne'liğini anlatmasının da ötesinde, büyük bir şaire de verilebilecek unutulmaz bir derstir. Neruda bu yanıttan dersini hemen alır ve postacıya sevgilisi için bir şiir yazar. Evet, şiir ihtiyacı olan için yazılır. Ben de yazdım, çünkü ihtiyacım vardı, her şeyden önce benim ihtiyacım vardı, kendi ihtiyacım vardı.

Bir kaç ay önce 50 yaşımı bitirdim ve 40 yaşıma kadar da niye şiir yazdığımı doğrusu hiç düşünmedim, hiç de merak etmedim. 1996'da Kırk Şiir ve Bir... adlı bir kitap yazdıktan sonra düşünmeye başladım bunu. 40'ın kerameti belki de! Tam da o günlerde izlemiştim bu filmi. Niye şiir yazdığımı düşünürken, film bu ihtiyacıma da cevap vermişti işte. Deminden beri, hayatımın muhtelif 'zor zamanlar'ında şiir yazdığımı söyleyip duruyorum. Demek ki şiir, o zor zamanlan atlatmak için olmasa da, zorluklara direnmek için yazdığım bir şeydi. Herkesin zorluğu alt etme ya da direnme biçimleri farklıdır, kimi üstüne gider, kimi çözüme yönelik pratikler araştırır, geliştirir, kimi bir şeylere sığınır, Tanrıya, dine, bir insana, bir topluluğa, aşka, vb... Demek ki ben de şiire sığınmışım. Özellikle reklam yazarlığı yaptığım 23 yıl boyunca, o yoğun ve yıpratıcı çalışma sürecinde, reklamın insan bünyesinde, fikrinde, zihninde, kalbinde yol açtığı yıpranmaya karşı, kelimelerin kapitalist bir dünya ve adaletsiz bir sistemin hizmetinde kirlenmesine ve kirletmesine karşı, ben de kendimi şiir yoluyla aklamaya çalışmışım, ellerimi şiirle yıkamak, arınmak istemişim. Benim de özellikle ve öncelikle şiire, sonra da yazıya en çok bu 23 yıl zarfında ihtiyacım olmuş ki, biraz önce de söylediğim gibi, neredeyse bütün kitaplarımı da bu süreçte yazmışım.

İki yıldır şiir yazmadığımı söyledim. Bu benim tasarrufum değil, 'çok yazdım, artık biraz durayım, şiir yazmayayım' diye kendi kendime aldığım bir kararın sonucu da değil. İki yıl önce reklamcılığı bıraktım, sonra da emekli oldum, galiba şimdilik şiire de ihtiyacım kalmadı. Biliyorum, hissediyorum ya da seziyorum demek daha doğru olacak. İhtiyacım olduğunda şiir kendini bana yeniden duyurur, ben de yazmaya gayret ederim. Fakat dedim ya, şu anda şiire ihtiyacım yok! Neye, ne zaman ihtiyaç duyacağımızı ise bilemeyiz elbette. Zeki Müren'in ünlü şarkısında dediği gibi, "içimde bir his var aşktan da üstün". Benim de içimde yakın zamanlarda yeniden şiir yazmaya başlayacağıma dair kuvvetli bir his var, sanki yakınlarda şiir yazmaya yeniden ihtiyaç duyacakmışım gibi.

Dün bir arkadaşım, bu konuda bir konuşma yapacağımı öğrenince, 'bana bir cümle söyle' dedi. Aslında baştan beri söylediğim her şeyi uzun tek bir cümle olarak görebilirsiniz, fakat yine de daha 'özlü' bir cümle söylemek gerekiyorsa şunu diyebilirim. Hani binalarda, trenlerde, otobüslerde 'ihtiyaç anında camı kırınız' diye bir uyarı yazısı görürüz ya, şiir biraz da o uyarıya benziyor: 'İhtiyaç anında şiir yazınız!' Bu aynı zamanda, başta da kısaca değindim, yıllardır surda burda tekrarlamaktan da sıkılmadım, yine söylerim, 'şiir, edebiyata dahil değildir'. Roman 'fiction', yani 'kurmaca'dır. Sürse 'kurmaca' filan değil, bence 'insanın en yalın ha-li'dir ve insan ihtiyaç duyduğu için şiir yazar. Bu yüzden benim için, şair olsun, olmasın, ilkokuldan başlayarak öğrenciliğinde, gençliğinde, hayatının herhangi bir döneminde şiir yazan insanların yazdığı her şey 'şiir'dir. Çünkü ihtiyaç duymuşlardır, bir ihtiyaca karşılık olarak yazmışlardır. Bu insanın insana ihtiyacı olmasından farklı bir şey değildir. Şiir yazmaktan daha doğal, daha insani ve insana daha yakın ne olabilir ki? Başkaları nazarında öyle sayılsam da, ben kendime 'şair' demekten de, 'şair' denilmesinden de hazzetmem ve şiddetle kaçınırım, yalnızca 'şiir yazıyorum' derim. Benim için her zaman böyle olmuştur: Benim şair olmaya değil, şiire ihtiyacım var, çoğunlukla okumaya, ara sıra da yazmaya. Çünkü şiire ihtiyaç duyuyorum. İhtiyacım olduğu için yazıyorum.

Ve bu konuşmayı şiirin bir ihtiyaç olduğunu derinden kavramış olanlardan, çok sevdiğim bir şairin, Osman Konuk'un "Melekleri Bekletme" adlı şiirini okuyarak bitiriyorum:

bütün çağlardan yapılı bir an / nasıl yaşanır, ona uğraşıyoruz / dilek ağacında-ki yaralı abdal / balık karnındaki yunus ve ben /.../ söyledik, süre doluyor, saat geliyor / ikibin yıldır soluk almaya çalıştık/çok acıktık, çok susadık, çok korktuk / yeni doğan her bebekle ilk biz tanıştık /.../ gündüz dinlenip gece yürüdük / ne mi arıyoruz burda, gelmiş bulunduk / Abdal yaralı, Yunus sessiz, ben şaşkın / dönüş yolları da kapalı /.../ bütün çağlardan yapılı bir an / nasıl yaşanır, çabuk söyle / ilk fırsat son fırsattır / melekleri bekletme. Tıpkı Osman Konuk'un dizesindeki gibi, mes'ele 'nasıl yazılır ona uğraşıyoruz' değil, 'nasıl yaşanır ona uğraşıyoruz'dur.

Aralık 2006'da Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde yapılan konuşma. Daha Önce Kitap-lık Dergisinde yayınlanmıştır.



6 Ağustos 2007

Işık ve Rengin ülkesi; Kırmızı Fas

Her kapalı kapının ardında büyüleyici bir dünya barındıran, 'kırmızı şehir' Marakeş, coğrafyalarına uğrayan kültürleri ve renkleri harmanlamış. renklerin en parlağı, en yoğunu bu ülkede sanki, Fas, ışık ve rengin ülkesi...

Fas, ışığın ve rengin ülkesi


Sahra çöllerinin sıcak kumundan Akdeniz'in ferah mavi sularına uzanan Fas'ı tanımlayacak en iyi iki kelime: renk ve ışık. Fas, zamanın durduğu bir ülke. Geri kalmış değil, aksine zamansız. Gündüzleri kavurucu bir güneşle, geceleri binlerce mumla aydınlanan bol ışıklı bir ülke. Her kapalı kapının ardında büyüleyici bir dünya olduğunu bildiğiniz, penceresiz evleriyle içine kapanık ama bir o kadar da ferah. Tek rengin çöllerdeki kum rengi olduğuna inandıran ama içinde binbir renk barındıran zenginlikte. Ardarda kemerli kapıların sizi başka dünyalara götürdüğü, yerlerinden duvarlarına, mobilyalarından tavanlarına kadar her yerde karakterini belli eden bir dünya.

Binlerce yıllık bir kültürün, 11 değişik dilin, binbir çeşit insanın ve rengin yaşadığını bildiğiniz ve hissettiğiniz bir ülke Fas. Bembeyaz 'cellaba'larının altında sarı 'babuş'larıyla tekdüze olmadıklarını fark ettiren yerlileri ile sadece şehirlerinin değil insanlarının da renklerini yansıtan bir ülke. Binlerce yıllık bir geçmişte Akdeniz, Afrika ve Arap kültürünü harmanlayarak gelmiş bugünlere.

Fas, binlerce yıllık tarihinde, coğrafyalarına uğrayan her kültürü içinde barındırıyor. Afrika, İspanyol ve İslam kültürünün karışımı Berber'ler, Araplar ve Fransızlarla birleşiyor ve sanatı, coğrafyası ve stili ile benzeri olmayan bir kültür. Fas deyince çoğumuzun aklına romantik film kareleri geliyor, Casablanca'nın beyaz evlerinde yaşanan kareler. Bir yandan 'Emperyal şehirler' olarak anılan Rabat, Marakeş, Kasablanka'da sultanların geçmiş yüzyıllardaki hayatı sürüyor. Diğer yandan çöllerde göçebelerin gecelik konaklama yeri olan çadırlarda yaşanıyor. 1001 gece masallarında yaşarmışçasına geçiyor zaman bu evlerde. Fas'ın kendine özgü stili ve renkleri ise işte bütün bu hikayelerin harmanlandığı apayrı bir dünya.

1. Toprak rengi yapıları kumaşçılar çarşısında kuruyan canlı iplikler renklendiriyor. 2. Ben Youssef Medresesi rengarenk zilij'leriyle Fas'ın sıcak havasını yansıtıyor. 3. Baharatçılar çarşısında renkli kuru çiçekler.

Fas gezimiz, surların hemen dışındaki Sofitel otelden yürüme mesafesinde, Fas'ın farklı damak kültürüne uygun olarak, öğle yemeği ile başlıyor. Tipik bir Fas yemeği yemek için Al Fassia çok uygun. Karamelize balkabağı ve tavuklu tagine, üzümlü ve nohutlu kuskus, tabii ki ardından nane çayı, denemeniz gerekenler arasında. Marakeş, kırmızı şehir olarak biliniyor. Evlerin duvarlarında bu toprak kırmızısından başka renk kullanmak yasak. Marakeş'in sıcak öğleninde, bizden başka yürüyen yok. Surların içinden Medina'ya giriyoruz, Marakeş'in en büyük camisi Koutoubia'nın bahçesinde mola veriyoruz. Koutoubia, köşeli ve büyük minaresiyle, gezimiz boyunca bize yolu gösteriyor aslında. Kıyamet Meydanı anlamına gelen Jemaa el-Fna meydanının içinden Souk'lara, labirent çarşılara giriyoruz. Souk ürünlere göre gruplanmış: baharatçılar, babuşcular (ayakkabıcılar), dericiler, kumaşçılar... liste uzayıp gidiyor. İlk gidişimiz olduğundan pek birşey anlamadan duraklayarak geziyoruz. Haritamız olsa da bir işe yaramıyor, sokakların ne adı yazıyor ne de bir yön göstergesi var. Girdiğimiz daracık sokaklarda nereye çıkacağımızı bilmeden büyülü dünyalara dalıyoruz. Her renk var, morlar, kırmızılar, turuncular, maviler... Etraf nane ve binbir baharat kokuyor. Bir şehirde kaybolmak belki orayı en iyi öğrenmenin yolu. Kumaşçılar çarşısına varıyoruz. Rengarenk kumaşlar tepemizde kurumak üzere asılmış. Sadece iki kumaş değil sürüyle fotoğraf ve anıyla çıkıyoruz çarşıdan. Kapalı kapılar ardındaki görkemli Fas evlerinden birinde mola veriyoruz: Cafe Arabe. Dışarıdaki kalabalığı ve sıcağı hiç hissetmediğimiz huzurlu bir durak.

Bugün öğrendiklerimizin başında öğlen saatinde Marakeş'te yürümememiz gerektiği geliyor. Dolayısıyla artık taksiyle ulaşımımızı sağlamaya kararlıyız. Ama dönüşümüz taksiyle değil faytonla. Seçtiğimiz faytonun üzerinde tabelalar asılı: '1997'in en iyi faytonu'ndan başlıyor, 2002'ye kadar. Gururla ulaşıyoruz otele.

Marakeş'te yapılar tipik kemerli mimarisi
ve renkli seramikleri ile dikkat çekiyor.

Akşam yemeği için seçimimiz tipik bir Fas 'riyad'ı olan La Douaria restoranı. Riyad, Arapça'da bahçe anlamına gelse de, riyadlar aslında bahçeleri ve avluları çevreliyor. Uzun divanlarda oturarak yiyoruz yemeğimizi. Bu odaların aslında beklenmedik misafirlere yatak odası görevi gördüğünü öğreniyoruz. Bu sefer soframız daha da zengin, Fas mezeleri, Tagine'in 4 çeşidi, kuskus ve nane çayı finali. Tagine Makhfoul denenmesi şart bir yemek. Dan-sözlü, darbukalı bir yemek sonrası durağımız ise Jad Mahal. Marakeş'in görülmesi gereken mekanlarından Jad Mahal, geleneksel Fas dekorasyonunun en iyi örneği. Tavandaki aynalar ve binlerce renkli işlemeler, görkemli avizeler, üzerine ay düşen havuzuyla etkilenilmeyecek gibi değil.

Ertesi günkü hedeflerimiz arasında turistik birkaç nokta var: Ben Youssef Medresesi, El Bahia Sarayı, Saadi mezarları ve souk'lar. El Bahia Sarayı bunların en etkileyici olanlarından. XIX. yy.'da harem olarak inşa edilen sarayda kralın her 'hanımının' ayrı oda ve avlusu var. Günümüzde kraliyet ailesi Marakeş'e geldiğinde bu sarayda kaldıkları söyleniyor. Her odasında başka bir renk ve desen barındıran bu saray, geleneksel Fas mimarisinin en iyi örneklerinden. Ben Youssef Medresesi ise Marakeş'in en eski camisini içinde barındırıyor. XVI. yy.'da kurulan okulda 900 öğrenci eğitim görüyormuş. Mozaik duvarları, tavanları ve yeşil zelij'li havuzuyla islam mimarisinin Marakeş'teki en güzel örneklerinden.

Gizli saklı riyad'lardan birinde
küçük havuz, zilijlerle süslenmiş.
Marakeş riyadlar'ının kapılarından duvarlarına her yer zilij ve ahşap boyamalarla renkleniyor. Şehrin dar sokaklarını rengarenk vitraylı camii kapıları renklendiriyor.

Saray gezmelerimizden sonra yine Marakeş'in günlük hayatına karışmak üzere Souk'lara dalıyoruz. Baharatçılar bize 'fas ruju' hediye ediyor. Her yol Jemaa al-Fna'ya çıktığından bugünü de orada noktalıyoruz. Bu meydan aslında gece yaşıyor. Kavurucu güneş batmaya başladığında burası da yavaş yavaş doluyor. Açık hava kebap tezgahları, taze portakal suyu tezgahları, hikaye anlatıcıları, zenneler, falcılar, kınacılar, yılan oynatıcıları arasında bambaşka bir yer olup çıkıyor. Televizyonsuz zamanlardan kalma bir eğlence olan hikaye anlatıcılarının etrafında onlarca insan, hipnotize olmuş şekilde bu masalcıları dinliyor, Yılan oynatıcıları, yılanı öptürerek şans getirme vaatleri veriyor. Tabii ki 'Allah'ın bereketi' için verdiğiniz 100 dirhem karşılığında. Bütün bu kargaşanın arasında, meydana bakan Terraces Al-hambra'da mola vermeyi tercih etsek de Cafe de France da bu havayı dışarıdan solumak için en iyi yer.

Binbir çeşit eşya bulabileceğiniz

souk'larda sadece kafes satan bir dükkan.

Saray gezmelerimizden sonra yine Marakeş'in günlük hayatına karışmak üzere Souk'lara dalıyoruz. Baharatçılar bize 'fas ruju' hediye ediyor. Her yol Jemaa al-Fna'ya çıktığından bugünü de orada noktalıyoruz. Bu meydan aslında gece yaşıyor. Kavurucu güneş batmaya başladığında burası da yavaş yavaş doluyor. Açık hava kebap tezgahları, taze portakal suyu tezgahları, hikaye anlatıcıları, zenneler, falcılar, kınacılar, yılan oynatıcıları arasında bambaşka bir yer olup çıkıyor. Televizyonsuz zamanlardan kalma bir eğlence olan hikaye anlatıcılarının etrafında onlarca insan, hipnotize olmuş şekilde bu masalcıları dinliyor, Yılan oynatıcıları, yılanı öptürerek şans getirme vaatleri veriyor. Tabii ki 'Allah'ın bereketi' için verdiğiniz 100 dirhem karşılığında. Bütün bu kargaşanın arasında, meydana bakan Terraces Al-hambra'da mola vermeyi tercih etsek de Cafe de France da bu havayı dışarıdan solumak için en iyi yer.

Ertesi gün daha özel mekanlar var listemizde. Bunların başında Villa Des Orangers geliyor. Marakeş'in en özel otellerinden biri olan villa aslında modernleştirilmiş bir riyad. Müşterilerinin huzurunu bozmamak adına dışarıdan ziyaretçi kabul etmiyorlar. 19 odasının 14'ü özel havuzlu ve teraslı süitler, otele çocuklu aileler de kabul edilmiyor. Villa Des Orangers'de kalmasanız bile bu büyülü havayı solumak için bir akşam yemeği şart oluyor. Marakeş'in en huzurlu duraklarından biri, kuşkusuz Majorelle bahçeleri. Bahçelerin yaratıcısı, Fransız ressam Jacques Majorelle, 1924'te kurduğu bahçeleri 1947'de 'halka açmış'. Binbir çeşit bitki, şimdilerde Majorelle mavisi olarak anılan mavi renkli duvarlarla çevrili. Bahçenin bugünkü sahibi ise bahçenin içindeki evde yaşayan ünlü modacı Yves Saint Laurent. YSL, koleksiyonlarında bahçedeki renklerden ilham aldığını söylüyor.

Marakeş'teki son gecemizde de La Mamounia'da otelimize, bu sefer boş olan sokakların havasını soluyarak, yürüyoruz. Marakeş'in renkleri gözümüzde, sesleri kulağımızda ve kokusu burnumuzda...

Toprak rengi yapıları kumaşçılar çarşısında kuruyan canlı renkteki iplikler renklendiriyor.

Fas'ın Renkli Yüzü

Eski Mısır'da bir inanca göre kapılarda mavi renk kullanmak evleri kötülükten ve nazardan korurmuş. Turkuaz, boncuk mavisi ve camgöbeği tonları Fas'ın sıcak coğrafyasındaki evlere serinlik getiriyor. Fas'ta her renge geçit var, Fas stili evlerde de renkler en canlı tonlarıyla yer alıyor. Gece mavisi, patlıcan moru, zümrüt yeşili, safran sarısı evinize renklerin zenginliğini ve canlılığını getiriyor. Kırmızı, kehribar, tarçın, safran gibi sıcak toprak tonları rahatlığın simgesi olarak görülüyor. Fas'ın 1001 gece masalları evlerinin değişmez unsuru parıldayan mekanlar. Parlak bakır lambalar, altın veya gümüş objeler hatta parlak kumaşlar evlere masalsı bir hava katıyor.

Fotoğraflar ve anlatım: Aylin Sayek. Maison Française, Colorium eki. Haziran 2006