16 Eylül 2008

Adorno’nun Işığında Türk Sinema Seyircisi Üstündeki Hollywood Etkisi


Theodor W. Adorno Kültür Endüstrisi adlı makalesinde ekonomik sistemin öngördüğü biçimde şekillenmiş olan kültür endüstrisi metalarının kaynaklarını, çarkın işleyişini o döneme dair veriler ve eğlence odaklı medyumlar (radyo yayınları, Hollywood sineması, yeni yeni filizlenen televizyon, avangard olmayan hafif müzik ve caz.) çerçevesinde inceler.

Kitle kültürü ve kapitalist düzen üstüne yaptığı genel saptamalarda (ve dahi bazı örneklemelerde) 60 yıl sonra halen daha haklı olsa da, hatta bir çok kültür metası açısından yozlaşmanın iyice ayyuka çıktığı doğru olsa da, ele alınan metalardan biri olan sinema endüstrisinin saldırılacak kaleleri, aslında gene büyük aslan Hollywood tarafından kendi içinde, kendi klişeleriyle tüketilmektedir.
Bu tüketim, hedef kitlenin doyumu manasındadır, ve her ne kadar Amerika halen kendi toplumuna aynı filmleri seyrettirebiliyor olsa da , asıl amaçlarından biri olan kendini dünyanın geri kalanına pazarlama ve ideoloji empoze etme görevi birinci sıradaki sinemanın sırtından yavaş yavaş başka medyalara doğru kaymaktadır. Şayet, dar ölçekte ve Amerikan yaşam tarzı hayranlığı ile bilinen Türk sinema seyircisini ele alırsak, bu eksen değişikliği daha rahat görülebilir.

20yy.’ın ilk yarısında, dizginlerinden boşalmış bir şekilde hem görsel hem işitsel olarak ‘seri üretime’ geçen kültür endüstrisi kitlelere ulaşabildikleri kanalların, ister estetik olsun, ister içerik her manada içini boşaltmakta geç kalmamıştır. Bir noktadan sonra, sinema ve radyo kendilerine sanat süs vermek gibi bir endişesi kalmamıştır. Dahası kasten üretilen zırvalıkları, bu ‘biz zaten sanat yapmıyoruz’ şemsiyesinin altında meşrulaştırmışlardır. Adorno’ya göre, önceden çizilmiş bu şemada, pasif seyircinin rolü, önceden birtakım göstergelere göre belirlenmiş düzeylerine uygun davranmak ve belli başlı tüketici tipleri için üretilmiş kitlesel üretim kategorilerinden kendine denk düşenini tüketmek olmalıdır.
Adorno’nun kapitalist ekonomik düzenekleri için ‘genel geçer’ olmaya bu saptamasını göz önüne alarak, 21yy. sanat tüketicisine bakarsak, karşımızdaki ‘seyirci manzarası’ aynı (hatta daha kötü olduğu bile iddia edilebilir) olmakla birlikte, tüketilen malzemelerin ekseni Türkiye sınırları içerisinde evin dışından, içine doğru kaydığını söyleyebiliriz.
Artık her evin baş köşesine yerleşen “televizyon makinesinin” reyting ölçüleri a,b,c,d sınıflarına göre bölünmektedir; zamanında eğlence endüstrisinde sinemanın ve genel anlamda Hollywood tarzındaki filmlerin izleyici skalaları artık, televizyon kanallarının kıstasları olmuştur. Aynı şekilde Hollywood endüstrisinin şematize film kalıpları on yıllardır tekrarlana tekrarlana artık ezbere bilinen patikalar gibidir. Filmin en can alıcı noktasında bir kovalamaca sahnesi varsa, bu tam Amerikan işidir; fakat seyirci artık o kovalamacanın neden orda olduğunu bilecek, bunu kanıksayacak kadar çok kovalamaca dolu Amerikan filmi izlemiştir. Hollywood klişeleri Amerikanın kendi uykucu toplumu dışında, “sen ne büyüksün Amerika, çok yaşa!” ideolojisini aşılamaktan en azından Türk sinema seyircisi için uzaktır.

Türkiye’ye ithal film getiren şirketlerden biri olan Bir Film’in sahibi Ersan Çongar, sektörün içinden biri olarak, Türk sinema seyircisinin Hollywood’a karşı değişen tavrını şu sözlerle açıklıyor,
“Türk sinema seyircisi de tıpkı pek çok diğer ülkenin seyircisi gibi gideceği filme öncelikle oyuncusuna ve türüne göre karar veriyor. Ancak son on sene içinde, sinemada film seyretme alışkanlığı ciddi değişiklikler göstermeye başladı. Türk sinema seyircisinin, popüler sinema anlamında seçimlerini de olumlu buluyoruz. Amerika'da iyi iş yapmış pek çok kötü film bizim ülkemizdeki seyirci tarafından geri çevriliyor.”

Öte yandan tüketim toplumunu genç nesil üstünden pohpohlayan, suyuna aşk macerası katılmış gençlik işi filmler, Amerikan hayat tarzının ve kolej yaşamanın kusursuz olduğuna dair pembe düşler halen satılmaya çalışılsa da, kültür endüstrisinin pazarlanması bu Amerikan klişesiyle bezeli sinemanın boyutlarının fersah fersah üstüne çıkmıştır.
“Her filmin başından nasıl biteceği, kimin ödüllendirilip kimin cezalandırılacağı ya da unutulacağı anlaşılır…” Bu senaryo kalıpları 1960’lar boyunca, ustaların değişiyle, Yeşilçam altın çağını yaşarken bire bir geçerliydi diyebiliriz. Hatta o derece ki, filmin gidişatı halkın beklentilerine göre şekillendirilmezse yapımcının zarar etmesi olasıdır. Fakat 21yy’a gelindiğinde, Türk seyircisi bağlamında konuşacaksak, sinema perdesinde tahmin edilenin değil, akla en son gelecek, tahmin edilemeyenin iş yaptığı aşikardır.

Tekrar Adorno’nun güçlü savlarından birine göz atarsak, ideolojinin içi boşaltılmış ‘içeriğin’ teknikle pohpohlanması, seyirciye yeni olarak basmakalıp tekniğin dayatılmasını eleştirdiğini, ve seyircinin de buna ‘kandığını’ görürüz.
Adorno’nun 1944 yılında genel bir bakışla fakat detayında sinema sektörünü kast ederek kaleme aldığı teknik ile, şu dakika şu saniyede bile yeni bir şeylerin ortaya atıldığı teknoloji çağı arasında, ölçülemeyecek bir uçurum vardır. Ve sinema filmlerinde kullanılan stüdyo teknolojileri bu çağda, o filmi gören herkes tarafından bilinmektedir ki, bir göktaşının bilgisayar efektiyle içerden nasıl patlatıldığının, ya da kartondan yapılmış kulelere dökülen su ile bir sel felaketi sahnesinin nasıl çekildiğini, bugün filmin pazarlandığı DVD versiyonu ile hiç şaşırmadan seyredebilmekteyiz. Her şey göz önündeyken ve internetle tüketicinin elinin altındayken, bir Hollywood filmine sırf ses ve görüntü efektlerini merak edip giden bir sinema seyircisinin salt kitle kültürü kurbanı olduğunu söylemek kolaycılığa kaçmak olacaktır. Tekniğin, kendisine uzak kalmış olana sinema bileti sattırması farklı, sinemaya tekniği görmek için bilinçli giden seyircinin tercih hakkı farklıdır. Her iki durumda da endüstrinin işlevi yerine getirdiği varsayılsa da, sinema seyircisinin ayrıştığı ve yarım asır önceki seyirci olarak kalmadığı açıktır.

İçerik ve teknik başlıklarından sonra, sinema ve ekonomi ilişkilerini incelersek kültür endüstrisinin ekonomik düzenle nasıl saman altından göbek bağı olduğunu Adorno’nun, -gerçekliği oldukça rahatsız edici olan- şu saptamalarıyla daha net görebiliriz:
“Zihinsel üretimin tüm dalları aynı biçimde tek bir amaca tâbi kılınır: insan duyularının, akşam fabrikadan ayrıldığı andan ertesi sabah tekrar kart bastığı ana kadar, gün boyu yürütmek zorunda olduğu emek sürecinin damgasıyla meşgul tutulması amacına.”
İnsan hayatının takvimle bölünmüş zaman dilimleri içinde “hafta sonu mutlaka eğlenmelisin!” emriyle, (Hatta hafta sonu da yetmiyor, artık hafta ortası çarşamba geceleri de çıkmak zorundayız!) insanların ancak bu boş zamanlarını ‘eğlenceyle’ doldurduğunda hafta boyunca çalışmasının katlanabilir olduğunu vurgulanmıştır. Ve “..tüm eğlence biçimleri bu iflah olmaz hastalığa kapılmıştır.” Sinemanın diğer kültür metaları karşısında, 21yy.’da aldığı konumunu karşılaştırırsak, herhalde yapılacaklar (eğlenilecekler) listesinde oldukça aşağı sıralarda yer aldığını söylersek yanılmış olmayız. “Yapacak daha iyi bir şeyin yoksa sinemaya gidelim.” cümlesi dahi, pazarlanan kültür endüstrisinde sinemanın gerileyen sırasını göstermektedir.
Zira, kapitalizmin düzgün işleyen mantığına göre 100 yıldan fazla geçmişi olan bu eğlence metasının çoktan eriyip gitmesi, tüketilip unutulması gerekirdi.

Sinema sektörünü ayakta tutan ‘yıldız’ kavramı için de yaşanan değişimi, bir başka sinema duayeni Atilla Dorsay’ın sözlerinden alıntılarsak, kültür endüstrisinin sinemada yaslandığı dayanakların zaman içerisinde nasıl tüketildiğini daha net anlayabiliriz. Atilla Dorsay kendisiyle yapılan bir röportajda ‘Sinemada "yıldız" olayını nasıl görüyorsunuz?’ sorusuna şu sözlerle cevap veriyor:
Sinemada Yıldız mitos'u benim sinemada en ilgimi çeken şeylerden birisi. Asla küçük görmediğim, hatta sinemaya yararı olduğuna inandığım bir olay. Bu çok sevilen yıldız oyuncular olmasa, bir yüzyıldır sinemaya çok daha az seyirci giderdi. Ama bizdeki yıldız olayı Batı'dakinden biraz farklı. Bizimki gibi çok sorunlu toplumlarda, insanların gündelik hayattan kaçmak için her yola kolayca başvurdukları bir toplumda, sinemanın bir rüyalar alemi olması kaçınılmaz. O ölçüde de yıldızlar daha parlak, daha etkileyici varlıklar oluyorlar. Amerika için de, 1930'ların ekonomik bunalım yılları yıldız olgusunun en etkili dönemi olmuştur; yahut da genelde seyircinin daha çocuksu, saf olduğu yıllar. Bugün sinema seyircisi o kadar olgunlaştı ki, o anlamda sinema yıldızı yok gibi. medyanın yıldızları var artık. Aynı gizem yok tabii. Her şey biraz daha sıradanlaştı.

Bu çok dallı ve elbette daha da genişletilebilecek incelemede, belli bir zümreye ait sinema seyircisinin oluştuğunu , gene azımsanmayacak bir seyirci kitlesinin aslında televizyon seyircisi olduğunu ve sinemayı, televizyonda seyrettiğinin devamı olarak beslediğini , istatistiklerle konuşursak yurtdışında hasılat rekorları kıran Hollywood yapımlarına karşı, yakın zamanda tamamen ‘Türk işi’ olan kaliteli Türk filmlerinin daha çok seyirci çektiğini son sözler olarak ekleyebiliriz.
Sonuç olarak, Theodor Adorno’nun Kültür endüstrisinde uyutulan bireyler için yaptığı saptamaların Türk televizyon izleyicisi için ayyuka çıktığını, ama sinemanın bu işlevini bir nebze de olsa televizyona devrederek, biraz daha nefes aldığını söyleyebiliriz.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Duygu, öncelikle selamlar...sitenin yeni sekli gercekten cok guzel olmus. Cok temiz ve limonun o pek yüz buruşturucu halinden eser kalmamis, iyi de olmus:)

Yazılarını bayadır kacirmisim. Bu derece güzel yazman, olaylara cetrefilli yaklasimin cok güzel. Tek kelime ile "mükemmel". Artık seni Finlandiya'dan büyük bir merak ve zevkle takip edeceğim.
Çok çok selamlar, ayrıca www.complir2007.blogspot.com adresine de bakmani tavsiye ederim. Bizim sınıftakiler bi seyler yazar diye "karga" adı atında bir web sayfası hazırladım ama pek ilgili değiller, herhalde konsepti değiştirip, ben tek basima yazicam. Senin yazılarını da, yorumlarını da beklerim, gorusmek uzere...Gökhan KURTARAN